İdea Yayınevi / Konular / Aziz Yardımlı
site haritası  
 

Fransız Devrimi

Bu konuda basmakalıp görüşleri yinelemek, bıktırıcı yüceltmeleri bir kez daha sıralamak zorunda değiliz. Devrim fanatizmi, devrim uğruna devrim budalalığı kendini tam olarak devrimin kendisine karşı da devrimci kılar.

Düşünmeliyiz. Devrim bir araçtır. Kendi uğruna bir erek olarak alınması fanatizmdir. Aptallıktır. Böyle bir aptallığın kökeninde özgürlük değil ama kölelik tini, ne olursa olsun birşeye tapınma zayıflığı yatar.

Olguyu Kavramları yoluyla düşünmeliyiz. Ve insanlığın modern yazgısını ilgilendirdiği düşünülen böyle bir olayı insanlığın yazgısının ne olduğu açısından, Tarihin Erekselliği açısından anlamalıyız.

Fransız Devriminin ne olduğunu anlamak için onu Tinin saltık değerlerinin bakış açısından ve tarihsel ilerlemenin sözde vazgeçilmez bir bileşeni olup olmaması bakımından çözümlemeliyiz. Başka ulusların genellikle daha dingin, daha barışçıl, daha uygarca başardıkları bir devrimin ölçüsüz bir şiddet yoluyla, giderek terör yoluyla yerine getirilmesini dünyaya sunulan örnek olarak gören, giderek Robespierre'in düşündüğü gibi terörde erdem bulan, ve 1923 tarihini 1789'un (giderek 1917'nin) yanına yazabilen kafaların barbarlığı ve sapıklığı karşısında şaşırmalıyız.

Popüler imgelemde, özdekçi halk felsefelerinde Fransız Devrimi neredeyse romantik bir olay, neredeyse bütün bir tarihin binlerce yıllık çalışıp çabalamasının son hedefi, neredeyse insanlığın tüm onurunu kristalize eden bir eylemdir. Sanki bir değerler yoğunlaşması, sanki bir idealizm doruğu, sanki gerçekliğin yeryüzüne inişidir. Gene de, bu olay kendinde bir uygarlık girişimi ve adımı olmaktan çok açıkça bir zorbalık, yabanıllık ve çapulculuk eylemi olarak görünür. Kitleleri şiddete ve teröre götüren birincil etmen ne Özgürlük, ne Eşitlik, ne de Yurttaş Toplumu kavramıdır. İnsanları eyleme götüren etmen dayanılmaz açlık, yiyecek bir parça ekmek bulamamanın yarattığı tükenmişlik ve umutsuzluktur. Bütün süreç kendinde — ya da kavramına göre — hiç de yeryüzünde Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik düzenini kurma girişiminin parçası değil, ama dahaçok dürtüsel, tepkisel, özençli bir davranışlar dizisi olarak görünür. Onunla dünya tılsımını kazanmamış, ama tam tersine biraz daha yitirmiştir. Onunla bir ulus daha da uygar, daha da ussal bir karakter kazanmamış, insanlık değerleri daha da pekiştirilmemiş, ama Cezayir'den, Versailles Antlaşmasından, Vichy Fransasına dek daha sonraki bir dizi Fransız eyleminin mimarı olacak bir insan karakteri belirlenmiştir.

Modern dönem aynı zamanda Batının moral büyümesinin sürecidir. Ve moral büyümenin kendisi moral hamlığı imler. Dünya Savaşları, Nazizm, Bolşevizm, Nükleer Gözdağı, Irkçılık, Sömürgecilik, Terör, Ayrımcılık, Ulusalcılık — ve daha başka sayısız karanlık olay, My Lai, Opium Savaşları, Atlantik Köle Tecimi, ve Filistin, Çin-Hindi, Balkan ve Kafkasya Trajedileri, tümü de modern Batı tininin Dünya Tarihini ereksiz bir görüngüye bozunduran, nihilizmi normal varoluş duygusuna yükselten, insanı insana düşmanlaştıran tarih-dışı eylemleridir. Çağ Özgürlük ve Kardeşlik ve Eşitlik ilkeleri tarafından değil ama böyle insanlık-dışı olgular tarafından tanımlanan bir dönemdir. Ve çağ ayrıca Fransız Devrimi tarafından da tanımlanır. Modern dönemin bu iki yanı arasında bir bağıntı yok mudur?

Fransız Devrimi ussal bir İstenç anlatımı değil ama modernleşme sürecinde Fransa’nın Reformasyonu püskürten tarihinin özgünlüklerini anlatan bir özenç belirişidir. İnsanlık değerlerini yalancı değerlere indirgemesi ölçüsünde, ortaya çıkmasına katkıda bulunduğu toplumsal yapı insanlığın en az onur duyacağı şeylerden biridir. Avrupa’nın modernleşme olarak yaşadığı süreçte değişmesi gereken şey insan ilişkilerinde Şiddetin, Zorbalığın, İnsanın İnsana egemenliğinin ortadan kalkışı olmalıydı.

Ama modern dönem tam tersine, Şiddetin, Zorbalığın, İnsanın İnsana egemenliğinin yukarıda sıralanan o en korkunç örnekleri ile tanımlanır. Gerçekte Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ilkelerinden bu örneklerden daha uzak başka hiçbir olay ne tasarlanabilir, ne de yer alabilir. Avrupa’nın modern dönemi tam bu şiddetin birincilliği yanında Avrupa’nın orta çağlar döneminin bir uzantısı olarak görünür — şiddet insan ilişkilerinde ortadan kaldırılmamış, ama varoluşun özsel bileşeni olmayı sürdürmüştür. Böyle ‘uygarlığa’ saçma tanısını koyan görüş bütünüyle haklıdır. Böyle ‘uygarlığı’ bir sağlık değil ama bir sinirce belirtisi olarak gören görüş bütünüyle haklıdır. Bu kültür ortamında Özgürlük, Kardeşlik, ve Eşitliğin bir yalana indirgenmesi gibi, Uygarlık kavramının kendisi de barbarlığın bir örtmecesinden daha değerli değildir. Bu tin insanlık adına, insan hakları adına, insanlık tarihi adına yargıda bulunamaz.

Tarih, eğer ne olursa olsun boşuna yaşanan bir saçmalık değilse, onda arayıp bulmamız gereken biricik töz ussal sürekliliktir. Bir daha yokedilemeyecek, hiçbir zaman geri alınamayacak Birikimdir. İnsanın en gerçek doğasından doğan bu değerler birikimi ilerlemenin biricik gerçek ölçütü, ve sürecin kendisinin biricik mantıksal ve edimsel olanağıdır.

Eğer insanlık binlerce yıllık tarihinde her ne olursa olsun ilerleme denilen şeyi yapmayı başarmışsa, eğer ne olursa olsun İlerleme diye bir Kavramı tarihe uygulayacaksak, Fransız Devrimi ilerlemenin tözünü çarpıttığı düzeye dek tarihin kendisini çarpıtmıştır. Bu devrimi yüceltebiliriz, üzerine düşünüp taşınmadan ona övgüler düzebilir, başlangıcını belirlediği dönemin insan değerleri ve yaşamları açısından neye patladığını gözardı ederek iki yüz yıllık propagandanın gücüne boyun eğebiliriz. Ya da, yalın olarak, bütün bir modern süreci bu devrime bayrak yapılan Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik kavramlarının kendileri karşısında sorgulayabiliriz. Bu ikinci bakış açısı gerçek devrimci bakış açısı olacaktır.

Tinin tarihsel açınımı, usun ulusların ve bireylerin eyleminde edimselliğe dökülen bu gizilliği, bu tarihsel töz aynı zamanda Şimdinin tözüdür, çağdaş bireyi — dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun — bilincinde, duyuncunda, istencinde belirleyen tarihsel birikimdir. Hepimiz ilk olarak bu töz tarafından belirleniriz — yüzyılların, binyılların eğitiminin kendisi tarafından, İslam ya da Hıristiyanlık tarafından, Aydınlanma tarafından, devrimler ve ideolojiler tarafından, bütününde ekin, uygarlık tarafından. Bu olumsal belirlenimlerde neyin değerli ve neyin değersiz olduğunu saptama sorunu doğrudan doğruya özgürlüğün bilincini ilgilendirir. Bilinçsiz özgürlük ise bir zamanlar tarihsel özdekçiliğin insanlığa önerdiği köleliktir.

Eğitimimiz, kültürümüz Dünya Tarihinin kendisidir. Bu ussal Tarih her halkası zorunlu olan, saltık olarak vazgeçilmez olan bir sürekliliktir. Süreçtir çünkü erekseldir. Bu kavramsal bağıntı onda neyin değerli ve kalıcı olduğunu, neyin bir tarih posası olduğunu saptamanın da gerçek ölçütünü verir. İnsanın evrensel özünü paylaştığımız düzeye dek, bu oluş süreci en sonunda yalnızca bizim kendi yaratımızdır. Hiç bir bireyin analitik bir atom olmadığı düzeye dek, geçmişin sorumluluğu tek tek hepimizin sorumluluğudur. Ancak bu düzeye dek onu düzeltme hakkımız doğar. Onu düzeltmek onu anlamaktır. Anlamanın doğrulama olduğu düzeye dek, bireyin değişimi tarihin değişimidir. Buna karşı, onu anlamamak özgürlüğü yadsımaktır.

Eğer Tarihin dışındaysak, o zaman başımız derttedir. Değişmiyoruzdur. Gelişmiyoruzdur. Reddetmiyor, eleştirmiyor, yeniyi yaratmıyor, yalnızca eskiyi yineliyoruzdur. Daha şimdiden tarih olmuşuzdur. Varlığımızın bir bitkinin varlığından daha anlamlı, daha değerli olduğunu duyumsayamayız. Yokuzdur, erekselliğe aldırmayız, amaçsız, anlamsız bir hiçizdir. Nihilistizdir.

Olgular en son Kavramlarında şöyle bir mantık sergiler:

Fransız Devrimi bir dönemin kapanışını ve bir yenisinin doğuşunu belirleyen, damgalayan ya da simgeleyen bir olay değil ama kendisi ortaçağ Avrupasının kendine özgü kültürel başkalaşım süreci tarafından belirlenen bir kıpıdır. Özgür bir eylem değil ama bir tepkidir, ve tepkisi olduğu şey tarafından koşulludur, kendini Avrupa tininin en karanlık kıpıları karşısında ölçer. Bu başkalaşımın özsel olarak geleneği gömen modernleşme olduğu düzeye dek, Fransız Devrimi yalnızca dünya-tarihsel değeri olmayan bir şiddet süreci olmakla kalmaz, ama tinsel yeğinliği, etkisi, önemi ile doğru orantılı olarak bir tarih savurganlığıdır. Çünkü —

modernleşme dolaysızca tarihsel ilerleme demek değildir. İlerleme ancak ereksel ilerleme olduğu, bir Erek kavramı ile belirlendiği zaman gelişme karakterini kazanır. Tarihin Ereği insan özünün edimselleşmesi, insan doğası kavramının olguya dönüşmesi, özgürlük, güzellik ve sevginin büyümesidir. İnsan doğası özsel olarak ve saltık olarak iyi, güzel ve gerçektir. Buna karşı ereksiz sözde yenilik, salt ayrım uğruna ayrım, sözde ‘farklılık uğruna farlılık’ ereksizdir. Modernizm İdealizm değildir.

Yenilik uğruna yenilik olarak Modernizm tarihsel sürekliye ait değildir çünkü bu süreklinin hiç de modern olmayan, tersine ilksiz-sonsuz olan değerleri modernist tin tarafından saltık olarak yadsınır: Modernizm kendini tam olarak Klasik olanın yadsınmasında doğrular.

Modernleşme Geleneğin saklanması değil ama değerine bakılmaksızın silinmesi olduğu düzeye dek bir kez daha ilerlemenin eytişiminden kopar. Geriye atomik bir türlülük kalır. Türlülük İlerleme değildir.

Modernist bakış açısından, felsefe tam olarak ilksiz-sonsuz gerçekliklerin birincil birikimi olduğu için bir yana atılmalıdır. Bilim tam olarak gerçeklik ereğinden soyutlanmalıdır. Güzel Sanatlar ölümsüz güzelliğe anlatım verdikleri için yerlerini kübizme bırakmalıdırlar. Evrensel İnsan Değerleri ve Hakları tam olarak ilksiz-sonsuz oldukları için, değişmez oldukları için, saltık oldukları için geçici olan, değişken olan, göreli olan, pozitif olan karşısında çiğnenmelidirler. ‘Batı’ sözcüğü asıl içeriğinde hiçbir zaman evrensel değerlerle çakışmaz. Batı atomiktir.


Yurttaşlık

Yurttaş İnsan kavramının olgusallaşması değildir. Tinin tüm çabası Yurttaşı ortaya çıkarmayı amaçlamaz. İnsanın yetenekli olduğu en son belirlenim Yurttaş olmak değildir. Özgürlük bilincinin tarihin ereği olarak kabul edildiği düzeye dek, Yurttaş insanın toplumsal ve politik olarak gireceği en son biçimdir. İnsanın gerçeği toplumsal ve politik alanın ötesinde ve üzerinde, saltık Tin alanında, estetik, etik ve entellektüel olgusallaşmada yatar.

Kölelik serfliğin ve onun olanağı olan dolaysız şiddetin bağlamında saptandığı zaman, Özgürlük yalnızca bu ilişki biçiminin kaldırılması olarak anlaşılır, ve Eşitsizlik serf-efendi ilişkisi bağlamında saptandığı zaman, eşitlik yalnızca bu eşitsizlik biçiminin kaldırılması olarak anlaşılır. Düşmanlık yine aynı ilişki bağlamında saptandığı zaman, Kardeşlik benzer olarak boş söze döner.

Modern dönemin Avrupa için tarihsel önemi modern Yurttaş kavramının doğuşunda yatar. Özgürlük ileri sürülür — serfliğe ve modern kölelicilik kurumuna karşı. Eşitlik ileri sürülür — dolaysız istencin soyut hakkı, evrensel mükliyet hakkı olarak. Ve Kardeşlik ileri sürülür — duyunç özgürlüğü olarak. Devlet Ussal İstencin, Özgür İstencin, ya da Rousseau’nun biçemi ile Evrensel İstencin anlatımı olmalıdır. Bu düzeye dek, Devletin evrensel istencin anlatımı olduğu düzeye dek, Fransız Devriminin bir sınıf kavgası olarak görülmesi bu görüngüyü saltık olarak anlamsız ve anlaşılmaz kılar. Yurttaş kavramı tüm sınıfları kapsar ve onları politik olarak eşitler. Bu düzeye dek, sınıf kavgası denilen şey bir pazarlık olmanın ötesine geçtiği ve şiddet içerdiği zaman bir iç savaştır.

Yurttaşlık kavramının karşısında duran güç ne Kilise ne de Soyluluk katmanları, ne Birinci ne de İkinci Katmanlardır. Bu sınıflar kendilerini Yurttaşlar toplumunun bütünlüğü içinde de sürdürebilirler. Soylu Yurttaşlar kavramı olanaklıdır, gerçi komik olsa da. Rahiplerin Yurttaşlar olmaları da tıpkı Soyluların modern yasama kurumlarında görev almaları gibi olanaklıdır.

Fransa‘da angien régime yandaşları yalnızca ve yalnızca modern rejimin doğasını anlamayan dinadamları, soylular, ve kentsoylulardı. Bu karşıtçılıkta bir sınıf durulaşması yoktur. Tersine, burada kristal duruluğunda olan şey şiddetin, zorbalığın, kabalığın çatışmanın her iki yanı için de birincil araç olmasıdır. Avrupalıyı uygarlaştıracak olan şey eğitimdi. Avrupalı uygarlaşmaksızın modernleşti. Modernizm başından bu yana Şiddeti olumsuzlamadı. Dünyanın dingin, barışçıl eski uygarlıkları Batının sınırsız şiddeti karşısında kolayca yenik düştüler.

Yurttaşlık kavramı yetkeci Katolik tinde saltık olarak olanaklı değildir. Ya Yurttaşlık için bu boşinanç tininden vazgeçilmesi gerekir (Aydınlanma), ya da Katolik tin Yurttaşlığın kendisinin yadsınmasını gerektirir (örneğin İspanyolların Napoleon Anayasasını reddetmeleri ile başlayan ve Katolik pekçok ülkede günümüze dek süren zorbalık ve şiddet olayları zinciri). Bir bilinç biçimi olarak Yurttaşlık kavramının zor yoluyla kazanılmasının anlamsızlığı ölçüsünde, Fransız Devrimi içerdiği şiddet kıpısından ötürü Yurttaşlığa götüren yol değildir.


14 Temmuz 1789: başına buyruk egemenliğin ve despotizmin simgesi olan Bastille’in ele geçirilmesi.  
Boşinanç etmeni.
Burjuva Devrimler denilen olaylar konusunda ne denli çelişkili çözümlemeler yapılırsa yapılsın, açık olan nokta Avrupa’da Reformasyon ile birlikte geleneksel topluluk biçiminden geleneksiz ya da modern toplum biçimine geçiş gibi bir sürecin başlamış olduğudur. Katolik Fransa’da bu dönüşüm bu kültürün yetkeci ve baskıcı ve dolayısıyla şiddete, teröre yatkın doğası gereği sonu gelmek bilmez bir iç ve dış savaşlar dizisi olarak yaşandı. Toplum bugün de iki yüz yıl önceki gerilimler ile yüklüdür.

Protestanlığın ve İslamın tersine, Katolik (ve Ortodoks) Kilise bir dinadamları sınıfını evrensel istenç üzerinde yetke yapar. Devletin duyunç özgürlüğünü tanımadığı, tersine dünyasal bir rahipler sınıfı tarafından belirlendiği ve denetlendiği düzeye dek, ussal bir kurum olarak Devlet Göğün ilksiz-sonsuz yasaları tarafından kutsanmaya son verir, yalnızca Yerin pozitif yasalarının anlatımına indirgenir. Devlet Dünyada Tanrının yürüyüşü olmaya son verir. Ve bu dünyasal istencin yozlaşmış olması ölçüsünde, Devlet bir kat daha çirkinleşir, en son ussallık görünüşünü de yitirir, ve edimsel olmaya son verir. Yıkılmaya başlar.

‘‘Kilisenin bozulması doğal bir sonuçtu; o bozulmanın ilkesi Kilisenin tanıdığı Tanrının duyusal olması olgusunda aranmalıdır.’’

Hegel, Tarih Felsefesi, Kesim III, Bölüm I, Reformasyon.


Charles Thévenin: La prise de la Bastille, 1793 (Paris, Musée Carnavalet )
 
Şiddet yoluyla Eğitim? Zorbalığın en sonunda politik bir dönüşümü sağlayıp sağlamayacağını, şiddetin insan ruhlarında yarattığı terörün ve bilinçlerde yarattığı değişimin gerçek ve kalıcı bir tarihsel kazanım olup olmadığını, insanlığın şiddet yoluyla eğitiminin anlamını ve olanağını sorgulamalıyız. Eğer şiddet bir öğretmen değilse, şiddet üzerine kurulu sözde toplumsal yapıların sürekli-şiddet yoluyla olmanın dışında ayakta durup duramayacakları, insanın sürekli denetim altında tutulması gereken bir yaratık olup olmadığı konusunda düşünmeliyiz. Ve bu denetimi kimin ya da hangi gücün ve hangi amaç uğruna yapacağı konusunda düşünmeliyiz.

Modern Avrupa tarihi bir iç ve dış savaş deliliği, bir şiddet, bir vahşet, bir utanç süreci oldu. Modern dönemde Tarih şiddetin, zorbalığın, despotizmin kurallarıyla oynanan amaçsız, anlamsız bir oyuna indirgendi. Tarihin hiçbir dönemi böylesine ölçüsüz bir nefreti, böylesine ölçüsüz bir yokediciliği tanımadı. Batı ‘değerlerinin’ güç-istencinde, sonu gelmek bilmez şiddet anlatımlarında, nükleer bombalarda ve evrensel nihilizmde sonlanmaları raslantısal değildir. Modern dünyada Zorun, Şiddetin, Terörün başlıca iletişim yolu olarak kullanılması tinin bu görüngülerinde törel ve tüzel düzenlere, Topluma ve Devlete temel olan İnsan Hakları kavramının, Duyunç kavramının henüz eksik olduğunu gösterir. Bu kavramın Niçin eksik olduğu konusunda bkz. Eros, Modernleşme, ve Ruhçözümleme.


Fransız Devrimci Ordusunun askerleri ve subayları Fransız İmparatorluk askerleri ve subayları birbirlerini kurşunluyor, süngülüyor, parçalıyor, ve yokediyorlar.
 
Sınıf Kavgası?
Bilinçsiz Nefret? —
Modern toplumun yaratması gereken bilinç biçimi Burjuva ya da Proleter değil ama Yurttaştır. İşçi ve İşveren ekonomik kavramlardır, politik değil. Bu düzeye dek sınıf kavgası ekonomik bir kavgadır, politik değil. İşçi ekonomik hedeflerine ulaşır ulaşmaz, barışa da ulaşır. Dizgenin uysal, tek-boyutlu, özsel bir bileşeni olur.

Fransız Devriminin yolunun şiddetten geçmesinin zemini Katolik tinde duyunç özgürlüğünün yokluğudur. Başka bir deyişle, tam olarak Devrimin sözde amaçlarından biri olan Kardeşlik duygusunun yokluğudur. Ama bir toplumun iç problemlerini çözmede zora, şiddete, giderek çıplak teröre başvurması problemlerin çözülemez olduğunun kanıtıdır: Şiddet eğitim değildir. Bu düzeye dek, Fransız ‘Devrimi’ çılgınların çılgınlarla kör döğüşüdür. Ve Fransa’nın da çözmesi gereken problem lordluk, krallık, serflik, aristokratlık, soyluluk ve soysuzluk, ayrıcalık vb. gibi arkaik ve insanlık dışı belirlenimleri baştan sona üzerinden atmak, özgür, eşit, yalın Yurttaşlar olmaktan başka birşey değildi.

‘Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik’ için temeller 1793 Eylülünü izleyen dokuz ay boyunca 40.000 insanı giyotine gönderen ‘aydınlık’ bir Terör yoluyla sağlamlaştırıldı. Çok iyi bir Aydın olan, olağanüstü Aydınlık bir kafa taşıyan, bir Aydına yaraşır herşeyi herkesten iyi temsil eden Robespierre erdemin terör olmaksızın etkisiz olduğuna inanıyordu.

Fransız Jacobinler o sıralar insanların yaptıklarını, olan biteni ne denli anladıklarını tüm yorumlardan daha iyi gösterdiler: 11 Kasım 1793’te bu deistler bir ‘Us Dini’ kurdular, ve Notre Dame katedralinin adını ‘Us Tapınağı’ yaptılar.


Hölderlin, Friedrich (1770-1843)
Hegel’in sınıf arkadaşı olan Hölderlin özgürlük istemlerinde tüm uluslara yardıma hazır olduğunu bildiren Devrimci Fransa’nın 1792’de Avusturya’ya karşı savaşında Fransızları Avusturya’nın ‘‘egemen gücü kötüye kullanmasına’’ karşı ‘‘insan haklarının savucuları’’ olarak gördü ve destekledi. 1793’te Marseillaise’ı Almanca’ya çeviren Hegel, Hölderlin ve Schelling birlikte Tübingen’de bir özgürlük ağacı diktiler. Birkaç yıl sonra, 1796’da, Hölderlin kardeşine bir mektupta Fransız Devriminin hedefleri konusunda kuşku duymaya başladığını yazdı. ‘‘Beni daha az bir devrimci ruh durumunda bulacaksın. ... Politik sefillik konusunda fazla konuşmak istemiyorum.’’ Bir süre sonra Napoleon dünyaya İmparatorluğu yeğlediğini bildirirken, Fransız Devrimi denilen şey dünya ölçeğinde bir çapulculuğa ve yağmacılığa ve insan kıyımına dönüştü, despotizm Avrupa'da yürürlükte olan politik ve kültürel dil olduğunu anımsatmaya başladı. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkeleri çiğnenmedi. Henüz eşit, özgür ve kardeş olmaları gereken milyonlar ne düzeye dek eşitsiz, özgürlüksüz ve düşmanca olduklarını bütün bir yirminci yüzyıl boyunca gereğinden öte tanıtladılar. Özgürlük kavramının milyonların bilincinde belirleyici olması Bastille’in basılmasından bütünüyle başka birşeydir.

150 YIL SONRA ..

 
14 Haziran 1940, Alman askerleri Fransa başkenti Paris’e girerken bir Fransız gözyaşlarını tutamıyor.
Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik — mi?
İnsan Duyuncunun da tıpkı insanın entellektüel ve estetik yetileri gibi gelişmektenbaşka bir ereğinin olmadığı düzeye dek, Avrupa modern döneminin sergilediği yokedicilik düzeyi heşeyden önce despotizmin yetenekli olduğu şiddetin bir gözdağını duyumsatır. Batı yalnızca aspirini, buhar makinesini, dinamo ve elektrik motorunu vb. bulmakla, insanlığın gerçek sanatçılarını, felsefecilerini, bilimcilerini yaratmakla kalmadı, ama tankları, misilleri, atom ve hidrojin bombalarını da buldu ve moral olarak henüz sömürgecilik ile, kölecilik ile, giderek soykırım ile bağdaşabildiğini gösterdi. Fransa Köleciliği kurumsallaştıran başlıca ülkeler arasındaydı. Cezayir ‘Özgür, Eşit, ve Kardeş’ Fransızlardan bağımsızlığını 1962’de kazandı. Afrika ülkeleri modern Fransız duyuncunun denetimi altında yalnızca gelecekteki, günümüzdeki soykırımlara doğru evrimlendiler. Bu Fransa Devrimci ilkeler üzerine temellendirilen bir ülkeydi. Bir Krallık değildi. Devlet sözde evrensel istencin anlatımıydı.

Fransa ikinci dünya savaşında Nazi Almanyası tarafından işgal edildi. İşgal edilmeyen topraklarda (asıl Fransa’nın üçte biri kadar) Nazi işbirlikçisi Vichy rejimi iş başındaydı. Vichy hükümetinin başında 84 yaşındaki I DS kahramanı Henri-Philippe Petain bulunuyordu.


 
En önemli toplantılarına bile sık sık geç kalır, ama kesinlikle özür dilemezdi.
Evrenin Özeği —, ve Vichy Rejimi

Mitterand Tanrının dünyayı onu dünyanın özeğine yerleştirmeden nasıl yaratabildiğini anlamadığını ileri sürerdi. Bunun tek sorunu dışında, başka herşeyi anlayan bir megalomandı. Aydınlanma geleneğinin tipik bir yaratısı ve bir toplumcu, ortaklaşacı vb. de olan Mitterand II DS sırasında Vichy rejiminde yer aldı.

Yıllar sonra Fransa’nın II DS’ndaki rolü üzerine klasik savunma formülü bir süre için Fransa Cumhurbaşkanı olma tutkusunu doyuran François Mitterrand’dan geldi. 1940-1944 yıllarında Fransa’yı yöneten Nazi işbirlikçisi Vichy Rejimi yasadışı bir fenomen, bugünün Fransası ile hiçbir ilgisi olmayan bir sapinç idi. Vichy rejimi yer almadı. Mitterand 1992’de şunları söyledi: ‘‘Ne Fransız ulusu, ne de Cumhuriyet o rejime katılmıştır.’’ Yalnızca bu iki kendilik değil, ama sosyalist Mitterand’ın kendisi de II DS sırasında Vichy rejimini destekledi, Nazilerin emek, para, kaynak, Yahudi gereksinimlerini karşılamakla ilgilenen rejimde görevini gururla yerine getirdi.

Savaş sonrası incelemeler Mitterand’ı yalanlar ve Fransız işbirliğinin düzeyini ve coşkusunu görgül olarak da doğrular. (Bkz. Mitterand and the far right.)

ABD, İngiltere, İskandinavya, Hollanda, tümünde de Nazi eğilimleri ve örgütlenmeleri vardı, ve bir süre için Hitler’e ve Nazilere bakış açısı duygudaştı. Ama Yurttaş Toplumlarının başat karakteri özgürlüğün gelişmesi, ve özgürlük despotizmin olumsuzlanmasıdır, içeride ve dışarıda. Protestan ülkelerde özgürlük bilinci Nazizmi yenecek denli yerleşmişti, ama Stalin'in Bolşevizmi ile anlaşacak denli ilkeldi.


İlgili çalışmalar: Robert Paxton, "Vichy France and the Jews’’; Philippe Burrin, ‘‘France Under the Germans,’’ ve Richard H. Weisberg, ‘‘Vichy Law and the Holocaust in France.’’ Kimi araştırmacılara göre (Burrin, ‘‘France Under the Germans’’), Fransız nüfusunun yaklaşık beşte biri Almanlar ile işbirliğinden yanaydı.

Paxton’un çalışması Vichy hükümetinin Almanya’nın istemlerine yanıt vermede nasıl aşırılıklara gittiğini gösterir. Savaş sırasında çoğu Fransız polisi tarafından yakalanarak Almanya’ya gönderilen 76.000 Yahudi (aralarında 12.000 çocuk) Nazilerin Fransa’dan istedikleri sayının da üzerindeydi. Bu insanlardan ancak küçük bir bölümü (2.500 kadar) geri döndü. Weisberg’e göre Fransız devlet kurumlarının, özellikle tüze kurumlarının Nazi hedefleri ile işbirliği içinde olması (örneğin Yurttaşlık haklarının ve mülkiyet haklarının kaldırılması) Avrupa’da başka hiçbir yerde görülmeyen boyutlara ulaşmıştı. Yine Weisberg haklı olarak Fransa’yı bu noktaya sürükleyen etmenin Katolik anti-Semitizmi olduğunu belirtir.

Not. François Mitterand’ı ayrıca bu ülkede, bizim ülkemizde terörün güçlenmesi için, her gün daha da çok can alması için ölünceye dek tutkuyla çalışıp çabalaması ile de anımsayacağız.


 
1940 yazında Paris’te Alman askerleri. Fransız polisi 75.000 Yahudiyi yakalarken ve Fransız ‘Devleti’ bu insanları Nazilere teslim ederken, Paris işgalcileri eğlendiriyordu. Bugün böyle olayların çok çok uzağında olan bu ülkenin bilincine bile aşılanan şey Fransız kabare şarkıcılarının en kötü koşullarda bile şarkılarını söylebildikleri, ve bunun bir savaşım olduğudur. İşin gerçeği Fransızların eğlencelerini hemen hemen her koşula uyarlayabilmede benzersiz olduklarıdır.
Naziler ve Paris —
Vichy Fransası, ya da Katolik Kilisenin, sömürge ordularının, polis ve memur ve bürokratların, Nazileri eğlendirmekle ilgilenen Fransız sanatçılarının bu birliği, Vichy rejimi denilen bu devlet hiç kuşkusuz Fransa’nın kendisinden başka birşey değildi. Mitterand’ın başka bir yer olarak görmeyi çok istediği bu ülke tam olarak Fransa idi. Bu ‘Fransa’ imgesel olarak değil ama edimsel olarak varolan bir ülkeydi. Bir sapınç değil ama sürecin doğal gidişinde, kendi mantığı içinde bir kıpıydı. François Mitterand için bir hiper-realite olmuş olsa da, baskılanması için, bilinçsiz kılınması için gösterilen bilinçli çabanın yeğinliği bile Fransa’nın silmeye çalıştığı duyunç acısının ölçüsünü vermede yeterlidir.

Bu rejimin yadsınmaması, yargılanmaması çağdaş Fransızın bugün de ondan birşeyleri yaşattığını gösterir: Fransız yurttaşları olan Yahudilerin Nazilere teslim edilmesi konusunda modern Fransa henüz yalnızca BİR kişiyi, 87 yaşındaki Maurice Papon’u yargıladı. Baskılanmışın bilince gelişi her durumda dirençle karşılaşır. Fransız egosu durumunda da olan budur. Ama Sigmund Freud baskılananın sürüldüğü bilinçaltının aynı zamanda dinamik de olduğunu öğretiyordu. Fransa bunun belirtilerini Cezayir, Nükleer Bomba, güçlü bir Ortaklaşacı Parti, öğrenci ayaklanmaları vb. gibi bir dizi olayda gösterdi.

Bugün Türkiye’yi üzmekten öte ilgilendirmeyen bir olayı, zamanında sorumluluları amansızca cezalandırılmış bir olayı, aslında yeni Türk kuşakları ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan bir olayı başımıza sarmak isteyenler ve bu ülkenin henüz doğmamış kuşaklarını bile lekelemeyi isteyenler arasında Fransızlar başka herkesten daha coşkuludurlar. Fransa’nın bu yoldaki aşırı çabalarında da engin bilinçaltında yatan acıların belirtileri görünür. Aslında bu tam olarak kendini suçlamanın bir provası gibidir, tam olarak dışa yöneltilmiş bir iç saldırganlık, kibir kipine geçmiş bir üst-bendir. Türkiye’ye yönelttiği imgesel suçlama yalnızca Fransa’nın kendi insanlık suçlarını yadsımasının bir semptomudur.

Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ilkelerini çiğnemede Fransa modern Avrupa devletlerinin hiç birinin gerisinde kalmadı. Fransızların birkaç direnişçi dışında Almanlara karşı tutumları toplumsal ve romantik ilişkiler, iş ilişkileri, fahişelik, ekinsel-sanatsal ilişkiler, bilimsel işbirliği, polis işbirliği, pro-Nazi ve anti-Semitik gösterilerin örgütlenmesiydi.

Fransa ülkelerin ve devletlerin onurunun ölçüldüğü bir düzlemde bir devlet olarak ışığının bütünüyle söndüğünü görür. Bugün bir yandan Almanya’yı Avrupa Birliği içine alarak denetim altında tutmayı isteyen, ama öte yandan yine aynı kardeşlerine karşı bir önlem olarak ürettiği birkaç nükleer bombayı herşeye karşın el altında hazır bulunduran Fransa önemsizdir.

Efsanevi Fransız Direnişi başkaları Fransa’yı kurtardıktan sonra Alman işbirlikçilerinin burnundan getirdi. Özgür Fransa’da yargılanan 50.000 erkek ve kadından 1.500’ü yok edildi. Birkaç genç kızın kurşuna dizilmesi ile milyonlar kendilerini ulusal bir suçtan akladılar. Vichy rejimi Fransa değildi. Petain ve kızları idi.
Böyle yüzlerce gence işkence eden Direniş Deviminin önderlerinden biri 1997’de Maurice Papon’un yargılanması sırasında şunları söyler: ‘‘Fransa ‘gayri-meşru’ pro-Nazi Vichy rejimi tarafından işlenen suçlardan sorumlu tutulmamalıdır.’’ Vichy Fransasında bir görevli olan Papon 223’ü çocuk olan ve çoğu Nazi ölüm kamplarında ölen 1.690 (başka bir yerde: 1.560) Yahudiyi Auschwitz’e gönderen kişidir.

Papon savaştan sonra de Gaulle’ün yönetiminde aralarında 1958-1967 sırasında Paris polis şefliği ve 1978-1981 sırasında maliye bakanlığı da olmak üzere önemli devlet görevlerinde bulundu. Papon’u mahkemeye çıkarma girişimleri sürekli olarak üst düzey bürokratlar tarafından önleniyordu. Mahkemenin Fransa’nın Nazilerle işbirliği konusunu yeniden gündeme getireceğini ve sonunda Fransa’nın Yahudi Soykırımındaki rolünü ortaya çıkaracağını düşünen François Mitterrand mahkemeyi durdurmada özellikle kararlıydı.

Yüksek Mahkeme kararında Papon’un ‘‘Yahudilerin tutuklanarak Doğuya gönderilmelerinin kaçınılmaz olarak onları ölüme göndermek olduğunu’’ bildiği belirtilerek, bakanın her zaman ‘‘karşı-Yahudi önemleri yerine getirmede en büyük etkililiği sağlamaya çalıştığı’’ eklendi.


Fransız Devrimine Götüren Kısa Bir Zamandizin
11 – 13’üncü yy
Avrupa’da tarım ve tecimin gelişmeye başlaması; kasabaların doğuşu. Krallık feodal lordlar üzerindeki gücünü arttırıyor. Büyük manastır düzenlerinin ekonomik ve kültürel rolleri. Haçlı Seferleri.
14 – 15’inci yy
Salgınlar (Kara Ölüm, 1347), açlık ve iç savaşlar. Fransa ve İngiltere arasında düşmanlık: Yüz Yıl Savaşı, Jeanne d’Arc epiği (1425-1431). Bölgeler arası bağlaşmalar ve krallığın yeniden kurulması. Tarım ve tecimde gelişme ve nüfusta artış. İlk İtalyan savaşları ve Fransa’da Rönesansın başlaması.
16’ncı yy
Reformasyon. Katolikler ve Protestanlar arasında mezhep savaşları. Nantes anlaşması ile duyunç ve tapınma özgürlüğü (1598).
1610 – 1715
Louis XIII ve Louis XIV’ün saltanatları. Kraliyet erki doruğunda. Fransa Avrupa’yı denetliyor, Fransız kültürü yayılıyor. Büyük ölçek deniz teciminin başlangıcı.
18’inci yy
Louis XV ve Louis XVI’nın saltanatları. Ekonomide ve nüfusta büyüme. Aydınlanma Çağı. Saltık Tekerkliğe karşıtlığın gelişmesi.

Genel Katmanların Toplantısı
Fransa'nın bir saltık tekerklik olmasına ve herşey üzerindeki gücü ile kralın seçilmiş politiacılara danışma zorunluğunun olmamasına karşın, ülkede Estates-General olarak adlandırılan bir parlamento da vardı. 1614 yılında son toplantısını yapan bu genel meclis uzun bir aradan sonra ilk kez 1789'da toplandı. Genel Meclis Fransa'nın üç genel Katmanını temsil ediyordu:
1) Kilise (Birinci Katman)
2) Soyluluk (İkinci Katman)
3) Sıradan Halk (Üçüncü Katman)

Genel Katmanlar yalnızca Kralın doğrudan buyruğu ile ve bu nedenle seyrek olarak toplanıyordu. Katmanlar Meclisinin yeri daha sonra Ulusal Meclis tarafından alındı.

Güç İstençtir. Ve Fransa'da yalnızca Kralın İstenci geçerli idi. Eş deyişle, Kralın istenci herkes tarafından kabul edilmek zorundaydı çünkü başka İstenç yoktu. Tekerkin Politik Gücünün bilgi ile, fiziksel güç ile, ya da başka etmenler ile bir ilgisi yoktur. Tekerkin gücü halkın güçsüzlüğünden, eş deyişle istençsizliğinden doğar. Böyle halklar despotik karakterdedir. Modern Yurttaş ya da Burjuva kendini özgür olarak bilen, kendi İstencinin bilincini kazanmış olan insandır. Despotik Toplumun Yurttaş Toplumuna dönüşmesi ile, özgürlük bilincinin gelişmesi ile orantılı olarak Politik Güç Yurttaşların İstenci ile bir olmaya başlar. Bu dönüşümün bir hükümetin devrilmesi ile, kralın giyotine gönderilmesi ile, Bastille'in basılması ile hiçbir ilgisi yoktur. Modern Toplumun ve Modern Devletin doğuşu, Burjuva Devrim olarak adlandırılan şey gerçekte yüzyıllara yayılan bir süreçtir, bütünsel bir bilinç değişimi, Modern Devletin Yurttaşların bilincinde varlık kazanması sürecidir. Protestan ülkelerde yurttaşlık bilincinin gelişmesi devrim sürecini göreli olarak şiddetten bağışık kıldı, monarşiler bağışlandı ve simgeselleştirildi. Katolik Fransa'da toplumun despotik karakteri politik modernleşmenin yoğun bir şiddet boşalmasının eşliğinde bir devrimler ve karşı-devrimler süreci olmasına yol açtı. Terör olarak bilinen süreçte yaşanan başka sadizmin yanısıra, 40.000 kadar insan giyotinde can verdi. Despotik bilincin Devrim ile anladığı şey özellikle bir şiddet eylemleri dizisi, giderek bir Terör sürecidir.


Aziz Yardımlı İdea Yayınevi 2014