İdea Yayınevi / Mantık Bilimi
site haritası  
 
Duyusal Etmen / Aziz Yardımlı
Bilmede Duyusal Etmen

Bilgi dediğimiz herşeyde Kavramı soyutladığımızda geriye 'bilgi' denebilecek neyin kaldığını sorgulamalıyız. Duyusal dediğimiz yan, eğer anlatıma yetenekliyse, Kavramdan başka birşeyle anlatılabilir mi? Duyusal olan herşey Düşünce ile anlatılır: Gerçekte, Duyusalın kendisi Düşünseldir. Kant kuşkuculuğu bile ‘kendinde-Şey’i kavramın dışına, bir ‘Jenseits'e, bir öte-yana sürmesine, Usun ona ulaşamayacağını ileri sürmesine karşın orada duyusal birşeylerin olduğunu ileri sürmez. Onun için insanda olmayan türde bir entellektüel-sezginin gerekli olduğunu ileri sürer. Her nasılsa.

Düşünselden ayrıldığında, biçimden ve belirlenimden ayrıldığında, duyusalın kendisi yiter.

Doğal Bilinç Nasıl Bilir?

Doğal bilinç duyusal olanın var olduğu sanısındadır. Ama Varlığın duyumsanacak fiziksel bir nesne olmaması ölçüsünde, bu duyusal bilinç bile gerçekte düşünsel bilinçtir, ve sanısının kendisi düşünsel bir belirlenimin yüklenmesinden başka birşey değildir. Bu bilinç bu bilgelliği ile görgücülüğü, ya da daha iyisi özdekçiliği üretir çünkü duyusal olan özdeksel olandır.

Felsefe böyle doğal bilinç ile karşıtlık içinde durur. Bu ‘duyusal-tasarımsal’ bilincimizin bildiği şey Gerçek değil ama Yanlı olandır, tüm içeriğinde Bilgi Kavramına uygun hiçbirşey bulunmaz. İki kere ikinin dört ettiğini bilir ama Sayı kavramını bilmez. dx/dy oranından haberi vardır, bunu kullanır, ama sonsuz küçüklüğü ve bunun ilişkilerini bilmez. Noktanın ‘parçası olmayan’ olduğunu, atomun ‘bölünemez olan’ olduğunu da bilir, ama bu tasarımların ötesine geçerek Kavramın ne olduğunu, nasıl çıkarsandığını, nasıl tanıtlandığını bilmez. Devletten haberi vardır, ama ona ilişkin ‘bilgisinin’ boş ve değersiz olduğunu dolaysızca gösteren pozitivist kuramların bir bolluğu ile donatılıtır, ve Devlet kavramının nasıl çıkarsandığını, aile, toplum, yasa, dünya-tarihi gibi başka kavramlar ile ilişkilerini hiçbir biçimde bilmez.

Doğal Bilinç, edimsel olarak bütün bir insanlığın bugün de kendi özüne, kendi gizilliğine uygün düşmeyen bu bilinç biçimleri bilginin oluş sürecinde geçici olan biçimlerdir. Bu sonlu, tasarımsal, eksik içeriğin herhangi bir biçiminde diretmek insanın ve insanlığın, genel olarak Tinin tüm gizilliğinin tam açınımının önünde duran biricik engeldir çünkü özsel olarak özgür olan ve böylece saltık olarak öz-belirlenimli olan Tinin özgürleşmesini ancak kendisi engelleyebilir. Tin özgürlüğe yürüyüşünde değişimi kendi kendisinden söküp almalıdır.

Bu bilinç bu tutucu, zayıf, yetersiz biçimi ile Felsefe yapma girişiminde de bulunur. Bu genel olarak Görgücülük dediğimiz sayısız bakış açısına pıhtılaşır ve salt duyusal tasarımlara sarılan böyle düşünce Kavramın özgür devimine ulaşamadığı için kendini ruhbilimsel çağrışımlardan başka birşey olmayan dışsal bağıntılar arasında ileri geri gidip gelme yordamına indirger.

Duyular kavram değil ama fiziksel-özdeksel duyum iletir. Özdeksel duyu-örgeni ile alınan Duyum öznededir; evrensel değil ama bireysel, içeriye kapalı, özneldir.

Beş Duyu örgeni yoluyla kavramsal veriler almayışımız olgusu dolaysızca bilginin dışsal değil ama içsel bir süreç olduğunu imler.

Bilme söz konusu olduğunda, beş duyudan hiç biri ötekinden üstün değildir çünkü tümü de öznel duyumda sonlanır. Görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyularının bir kavramın, bir kuramın, bir yasanın duyumunu getirebileceğini en tutarlı görgücü bile düşünemez.

Görgücü bakış açısından bilginin kaynağı olarak, giderek Kavramların kökeni olarak görülen Gözlem ya da Deneyimde duyusal etmenin ne olduğunu bildirmek kavram belirlenimlerini kullanmaksızın olanaksızdır. Duyumun düşünsel olmayanı anlatması gerekirken, bir kuramın, teoremin vb. bütün yapısı düşünseldir. 

Duyum da kavramsallaştırılır, ve evrensel duyum bile kavram tarafından tikelleşitirilir, belirlenir. Duyum salt duyum olarak yoktur.

Duyum ve Varlık

Doğal bilinç, örneğin Ernst Mach, duyulur olana Varlık yükler ve duyulur olandan var olana nasıl çıkarsama yaptığı konusunda en küçük bir kuşku duymaz çünkü bu soruyu en küçük bir yolda düşünmez. Mach duyulur olmadıkları zemininde atomların, moleküllerin vb. varlığını da yadsıdı.

Öte yandan, duyulur olanın varlığını yadsımak, ya da daha iyisi onun yok olduğunu, giderek böyle bir saçmalığın felsefe tarafından ileri sürüldüğünü düşünmek doğal bilincin bir başka aşırılığıdır. Parmenides bile duyulur olanın varlığını yadsımıyor, ama onun yalnızca varlık değil, yokluk karakterini de taşıdığını düşünüyordu. Duyulur olana kapsadığı bu çelişki nedeniyle varlığın gerçekliğini yadsıyordu. Duyulur olan vardır, ama var olduğu denli de yoktur, ve bu iki karşıt belirlenimin birliği olarak çelişkidir, eş deyişle oluştadır. Duyulur olanın var olduğunu söylemek gerçeğin yarısını söylemektir. Duyulur olan vardır, ama duyulur olması, sonlu olması yokluğun da ona ait olduğunu imler.

Duyulur olanın özdeksel olan ile bağıntısı doğal bilinci yalnızca özdeğin gerçek varlık olduğu görüşüne, özdekçiliğe götürür.

Duyusal Algı

Duyusal algının şeyin imgesini, onun düşünselleştirilmiş, tasarımsallaştırılmış, kısaca öznelleştirilmiş bir biçimini temsil ettiği olgusunu Berkeley "varolmak = algılanmak" denklemi ile anlar. Varlığı duyusal olana indirgemek doğal bilincin alışkanlıklarından biridir. Varlık hiç kuşkusuz bir duyum değildir. Varlık düşüncedir.

Varlığı özdeksel olanla özdeşlemek de duyusal-bilincin bir bilgeliğidir. Özdeksel olan hiç kuşkusuz duyusal olandır, ve tüm duyum insan bedeninin özdeksel fenomenlerle ilişkisinin tinselliğidir. Ama yalnızca özdekselin değil, tinselin de varlığını yine bu aynı doğal bilincin kendisi de bilinçsizce doğrular: Tüze yasaları, töreler, ahlak ilkeleri vb., ya da devlet, sanat, ruh, inanç vb. de vardır ve üstelik özdeksel olmaksızın vardırlar.

Özdekçi Hobbes ruhun özdekselliğini ileri sürdü. Öte yandan, ruh yoktur ve salt bir addır diyen adcılık bakış açısı adın kendisinin bir ad olduğuna dikkat etmez.

Algı özsel olarak kavramsaldır. Algıda yalın duyu algısından daha fazlası vardır. İlişki ve bağıntıların kendileri algı nesneleri değildir.

Duyusal-Algı bir 'bilme' yolu olarak görüldüğünde, sağladığı bilgi zorunlu olarak kavramları içerir. Duyusal-Algı salt duyusal değil ama özsel olarak kavramsaldır. Kavramsız algı duyumdur. Duyusal-algı kavramın kendini dışsallaştırması olduğu düzeye dek nesnesini belirler. Duyusal algının nesnesinin özsel olarak kavramsal olması kavramın iç örgütlenişine, iç bağıntılanışına bağlı olarak nesnenin de değişimini getirir.

Deneyim

Deneyim bilgi kaynağı olmak bir yana, tersine kendisi kavram olmaksızın olamaz. Deneyim sıradan bilinç için 'kazanılan' birşeydir, içsel değil ama dışsaldır. Bilinecek herşey deneyimlenmeli, bilinecek herşey yaşanmalıdır. Ama bu deneyim ya da yaşantı kavramın kendi iç örgütlenmesinden, ilişkilenmesinden saltık olarak soyutlanamaz. Bütün bir biçimini olduğu gibi içeriğini de tinselliğin kavramları sunarlar. Deneyimde duyusal-etmenin ne olduğu sorusu görgücü bilinç için bilinemez kalır.

Deneyim ya da duyusal-algı vb. bir yanıyla bireysel ve bir başka yanıyla evrenseldir. Anlak bu kavramsal birliği görmediği için, bireysel deneyimden evrensel olarak geçerli yasanın üretilemeyeceği sonucunu çıkarır (tümevarımın yalancı evrenseli ürettiğini kabul eder). Oysa deneyimin kendisi evrenseller tarafından biçimlendirildiği ve oluşturulduğu için, tüm sorunun yanıtı bu bağıntılar yapısının kend iç mantığında, kendi ussallığında yatar. Evrensel ilişki ya da yasa saltık kavramın işlevini anlatır ve onun etkinliği yoluyla bilinir.

Kant’a göre deneyimin temelinde zorunlu olarak tamalgı, öznenin kendi kendisinin algısı yatar. Bu sezginin anlamı deneyimin kendisinin Benin kavramsal tözü tarafından belirleniyor olmasıdır. Kant öznel kategorilerin nesnel, olgusal, dışsal olmadıklarını düşünür çünkü kavramın nesnellikten, olgusallıktan ayrı bir töz olduğunu düşünür. Ama "nesnelliğin," "olgusallığın" kendilerinin birer kavram olduklarını göremez.

Böylece deneyimin ya da duyusal-algının nesnesi görüngü ya da fenomendir. Özsel olan yan, numenal-kavramsal yan duyusal-algının eriminin ötesinde kalır. Bunun bilinci anlaktır çünkü burada algılamanın ötesinde bir düşünce işlevi yattığı açık olmalıdır.

Nesnellik ya da Olgusallık

Bu kavramların kendilerinin kavram oldukları doğal bilinçte gözden kaçar. Bu aynı bilinç özdekten söz ettiğinde sanır ki bütünüyle onun dışında olan birşeyden, karşısında duran ağaçtan vb. söz etmektedir. Gerçekte kavramın tam olarak onun kendi bilinci olduğunun bilincinde değildir.

Bilgiyi duyu üzerine dayandıran Batılı düşünürlerin töz, özdek, anlak gibi kavramların, aslında tüm kavramların hiçbir varlıklarının olmadığını, çünkü duyusal izlenimin böyle birşey saptamasının olanaksız olduğunu söylediklerini buluruz. David Hume, Berkeley bu görgücü düşünürlerin en iyi temsilcileri olarak görülür.

Buna karşı ussalcılar gerçek varlığın düşünce ile kavrandığını, yalnızca kavramın gerçek varlık olduğunu düşünürler.

Felsefe Usun sorunudur. Usun doğasını kavramadığı düzeye dek, doğal Bilinç önünde hazır bulduğu felsefeye onun hakkından gelmek için yaklaşır. Kavramı realiteden ayrı bir soyutlama olarak görüp bir yana atar, somut sandığı, güvendiği, giderek kutsadığı duyusal-veri dediği öznellikler ile felsefe yapar.

Doğal bilincin felsefeleri usdışı karakterlerini insana onu insan yapan, onu varoluşun sonsuz anlam ve değeri yapan herşeyi yadsıyarak sergiler: Gerçeklik, Bilim, Törellik, Erdem, Güzel Sanatlar, tümü de bu sıradan bilinç düzleminde yadsınır ve bozulur. Bu felsefecilik sonunda Tinin nasıl küçük, nasıl önemsiz, nasıl değersiz olduğunu, varoluşun nasıl anlamsız ve saçma olduğunu tanıtlamaktan başka birşey ile ilgilenmez olur.

Bu sözde felsefecilik modern dönemde Batı tininin başat usdışı karakterini sergiler. Descartes, Spinoza, Hegel gibi insanlığa modernliğin özbilincini kazandıran felsefecilerden ayrı olarak, Batı felsefeciliği Aydınlanmadan Görgücülüğe, Nihilizmden Pozitivizme muazzam bir tutuculuk tablosu sergiler. Tümü de şu ya da bu biçimde Usve Ussalcılık ile hesaplaşma içindedir ve daha yakın dönemlerde bu çarpışma felsefe tarihinin bütün bir ussal özünü bir bilim dizgesinde toparlamaya çalışan Hegel ile cılız bir hesaplaşma biçimini almıştır. Kierkegaard, Nietzsche, Sartre gibi düzyazı felsefecileri, Russell, Popper, Viyana Okulu bilim felseficileri gibi pozitivistler, Heidegger ve onu izleyen bütün bir Postmodern yazınsal eleştiri, tümü de usdışının usa karşı savaşımının duyusal, duygusal, tasarımsal savaşçıları olarak olumsuz felsefi güdülerini Hegel'in felsefesini yadsımada aramışlardır.

Modernleşme ve özgürleşme sürecinde olan Batının felsefeciliğinin bu birincil ve yaygın olarak usdışı karakterini açıklamak ve anlamak için sürecin kendisinin karakterine bakmak gerekir çünkü bu felsefecilik bütününde edilgindir, kendini realite dediği şeye bağlar. Bu felsefeler özerk Usun girişimleri olma değil ama realitenin, olgusallığın, deneyim ve yaşam dünyasının bir yansıması olma karakterini taşırlar.

Oluş sürecinde olan Batı Tini öyle bir bütündür ki, orada ussal olan herşey, her idea değişim, yenileşim ve gelişim imler, yürürlükte olan tutucu yapılara ve biçimlere aykırıdır. Her ussal yenilik oluş sürecinde eskiyi temsil eden yan için gözdağıdır, ve öyleyse indirgenmeli, bozulmalıdır.

Varolan kültür Türe ideasında, Türe kavramının olgusallaşmasında bütünüyle doğru olarak kendi sonunu görür: Tüzenin işlevi haksızlık, kötülük ve giderek düşmanlığı aklamak olmalıdır.

Varolan kültür Güzellik ideasında ancak kendi çirkinliğinin ölçüsünü ve kanıtını bulur: Bu nedenle Güzel Sanatlar sözde soyut sanatlara, aslında çirkinin sanatına indirgenmelidir.

Varolan kültür Gerçeklik kavramında kendi yanlışlığının ölçüsünü bulur. Tüm bilim, tüm felsefe gerçekliğin göreli bir duyusal-algı sorunu olduğunu göstermeye indirilmelidir.

Çağdaş Batı felsefeciliği Usu yadsımayı sürdürmekte, tüm kavramsız enerjisini Bilim, Gerçeklik, Felsefe ile çarpışmaya ayırmaktadır. Bunda kendi için başarılı olduğu düzeye dek Spinoza ve Descartes ve Hegel gibi ussalcılar değil ama çok iyi tanıdığımız bir usdışı düşünürler kalabalığı Batı felsefesi geleneğine aittir. Analitik düşünürler, fenomenalistler, varoluşçular, pragmatistler, olgucular, nihilistler, yararcılar, özdekçiler, postmodernistler vb.

Husserl tüm felsefe tarihini boşa çıkmış bir çaba olarak görüp felsefeyi en başından yeniden yaratmak için kolları sıvayanlardan biri idi. ‘‘Felsefede bunalım’’dan, ‘‘tüm önceki felsefenin bilimsel-olmayan karakterinden’’ söz etti ve ‘‘yeni bir temel’’ atarak kurgul felsefe karşısında çaresiz kalan felsefeci kuşaklarının içini rahatlattı. Ama kurduğu ‘yeni’ yapı tam olarak o yadsıdığı ‘‘metafizik’’lerden biri oldu. ‘‘Aşkınsal fenomenolojik yöntemi’’ gerçekten de terimin doğrudan doğruya düşündürdüğü denli saçmadır: parantezleme, içebakış, indirgeme, askıya alma, dolaysız kanıt ve sezgi, niyetsellik, bilinç akımı, değişme yoluyla düşünceleştirme vb. — tümü de aşağı yukarı bir tür mekanik laboratuarını çağrıştıran bu terimler bu yöntemin gerecidir, ve bu gülünçlük, bu grotesk düşünme yolu bile kendi başına felsefenin modern Avrupa sahnesinde neye çevrildiğini görmek için yeterlidir.

Kuşku bilgisizliktir

Kuşkunun bilme sürecinde bir işlevinin olduğunu düşünürsek, bunun bütünüyle olumsuz olması gerekir. Buna göre, bilgi kuşkunun ortadan kaldırılmasıdır. Kuşku duyulan şeyde kuşku onun varlığı ile, göründüğü gibi olup olmadığı ile, böylece olmayabileceği olasılığı ile ilgilidir.

Kuşku birşeyin yokluğunu ileri süremez. Varlığını da ileri süremez. Buna göre kuşkunun nesnesi Varlığı olduğu gibi Yokluğu da kapsayabilen bir oluş nesnesidir.

Yine, kuşku birşeyin göründüğü gibi olmadığını imler. Buna göre kuşkunun nesnesi görüngü dediğimiz şeydir, çünkü görüngü olmadığı gibi görünendir.

Görüngü kapsadığı çelişki nedeniyle Varlık değildir.Ama Yokluk da değildir. Görüngü bu iki kavramın birliği ile ilişkisi yoluyla Oluş sürecine düşer.

Kuşkunun aşılamamasında ya da bilginin olanaksızlığında diretmek Kuşkuculuk dediğimiz bakış açısıdır. Kuşkunun bilgi olmaması onun kendisini de kuşkulu kılan şeydir. Kuşkucu bakış açısı ruhbilimsel bir durumdur ve kendi varlığını doğrulaması da olanaksızdır.

 

 

İdea Yayınevi / 2014