İdea Yayınevi / Ön-Sokratikler / Aziz Yardımlı
site haritası  
 
 
Ön-Kavram
 

KAVRAM VE TASARIM

Kavramı düşünmek için tüm tasarımı soyutlamalıyız. Başka bir deyişle, kavramı kendisinden başka birşeye gönderme yaparak ya da ona tasarımsal içerik yükleyerek kavrayamayız. Bunun tam tersine yapmalı, bir kavramı ona dışsal tüm ilişki, içerik, biçim vb. gibi öğelerden özgürleştirmeliyiz. Ancak bu dışsal gereçten soyutlanmış olan kavram kendi diyalektiğini sergileyebilir.
 
 

DOĞAL BİLİNÇ

Bilinç Us değildir. İçeriği olarak kavram ve düşünceleri, duygu ve duyumları, imge ve tasarımları, genel olarak "bildiğimizi" söyleyebildiğimiz her türden gereci alır. Belirlenimi olumsaldır, zaman ve yer koşullarına, bilinçsiz öğelere ve dışsal etkilere açıktır: Herşey olabilir. Üstlenemeyeceği biçim yoktur.

"Doğal" sıfatı onu herşeyden önce kurgul olmayan biçiminden ayırdetmemize yarar. "Kendini bil"meyen ego budur. Bu olumsal biçimi anlatmak için pekala "sıradan," "gündelik," "görgül" vb. gibi sıfatları da kullanabiliriz. Bu bilinç düşündüğü zaman, anlama ve uslamlama etkinliklerine girdiği zaman davranışı analitiktir, diyalektik değil. Kurgul düşünce konusunda, karşıtların birliği konusunda hiçbir kavramı yoktur. Felsefe adı altında bile ürettikleri en çoğundan kişisel görüşlerden, eğilimlerden, sıradan tasarımlardan daha iyi değildir. Evrenselin alanına kendi özençli bireyselliği ile girer, dışsal bir tasarım akışına, bir çağrışımlar dizisinden daha çoğu olmayan şeye bilgelik sevgisi adını verir. Felsefe Tarihinin çabasının değer ve öneminin ayrımında değildir.

 
 

DUYUM

Duyum özneldir, nesnel değil. Hiç kuşkusuz duyum fiziksel/özdeksel uyarı temelinde doğar. Ama bu nesnel-özdeksel temel duyum ile aynı değildir.

 
 

DUYU-ALGISI

Duyunun algıya gereç sağladığını varsaysak bile bu gereç ancak kavramsallaştırıldığı düzeye dek gereçtir. Doğal bilinç düzleminde algısal olan kavramsal olanın tam tersini anlatır. Ama bu bilinç olgunun kendisi üzerine bilinçsizdir. Gerçekte kavram yalnızca böyle bir algıya gereksinim duymamakla kalmaz, ama tam tersine kendini böyle her algıdan özgür tutabildiği ölçüde kavramdır.

Bilgide duyusal öğe denilen şeyi kavramın belireniminden soyutlarsak, gerçekten arı duyusal veri denilen şeyi elde etmeyi başarırsak, böyle birşeyin ne olduğunu söylemek bile olanaksızlaşır. Görgücülük bu belirsizliğe sarılarak kavramsal olandan özgürleştiğini sanır.

 
 
KAVRAM VE OLGU (YA DA GÖRÜNGÜ, DENEYİM, GÖZLEM)

Bilgi için deneyimi değil kavramı birincil alırız çünkü deneyimin olanağı da kavrama bağımlıdır. Bir deneyim (ki burada olgu, görüngü ya da fenomen, algı, gözlem vb. de bu kategori altına düşer) varlığını onu belirleyen kavramlarda bulur. Bir olgunun olgu olması için düşünülmesi gerekir. Düşünülmek ya da düşüncenin kategorileri ile belirlenmek olguyu belirli olgu yapan şeydir. Giderek salt olgu bile bir düşünce, bir kavramdır..

Olgu ancak kavram olarak kendisidir. Kavramsal özünü soyutlayalım, geriye olgudan da hiçbirşey kalmaz. Ya da, kavramsız olgu olsa olsa bilinemeyen bir kendinde-şey olabilir. Ama kendinde-şey ancak belirlenimsiz olduğu düzeye dek bilinemezdir.

Kavram olgunun tözüdür. Sözde kavramlara kaynaklık eden deneyimi çözümlersek, onda kavramsaldan başka hiçbirşeyin olmadığını buluruz. Ve bu kavramların kaynağı duyusal-algı değil ama tam tersine duyusal-algı denilen karmaşanın kendisinin olanağı kavramlardır. Kavramsal yapı kendi iç mantığı ile değişir, ve onun değiştiği düzeye dek duyusal-algı denilen şeyin kendisi de değişir.

 
 
TANITLAMA YA DA KAVRAM ÜRETİMİ

Tanıtlanamayan şey yoktur. Bilgide ilkemiz tanıtlama olmalı, ve her kavrama ancak çıkarsadığımız düzeye dek gerçeklik yüklemeliyiz.

Kavram üretimi dediğimiz şey usumuzda kavramın kendi kendisini çıkarsaması, türetmesidir. Eğer Kavramın a priori olduğunu, doğuştan olduğunu ya da — Platon'un benzetmesine göre — anımsandığını kabul edersek, Kavram üretimi dil ve deneyim karşısında mantıksal olarak önseldir, ve özerk Kavram üretimi olmaksızın dil ve deneyim olanaksızdır. Kavram üretimi ya da düşünmenin bu özsel biçimi hiç kuşkusuz bilinçsizdir, tıpkı dilbilgisinin de başlangıçta henüz bilince çıkarılmamış kuralların bir bilgisi olması gibi. Tıpkı dilin kurallarının ancak dilin gelişmesinden sonra saptanması gibi, düşünmeninin öğeleri de ilkin düşüncelerin kavramlar olarak üretilmesinden sonra saptanır. Bu bilim genel olarak Usun bilimi, Düşüncenin bilimi ya da Mantık Bilimi dediğimiz şeydir ve bu konuda ilk dizgesel ve yöntemli çalışma Hegel'in çalışmasıdır.

Eğer kavramı çıkarsıyamıyorsak onu bilmiyoruzdur, ya da bilgi dediğimiz şey gerçekte sanıdan daha iyi değildir. Kavramın bilinçsiz üretiminden ayrı olarak Kavramın düşünmenin bilinçli çabası yoluyla, kavramın kendisi üzerine düşünme yoluyla türetilmesi Kavramın ya da Kavramların bilgisinden başka birşey değildir. İlkin bir Kavramda onun kendisinden başka bilinecek ve düşünülecek birşey yoktur. İkinci olarak, Kavram gerçekte bağıntılıdır, ve bu bağıntılar Kavramın belirlenimini oluşturur. Bağıntılar yöntem dediğimiz şeydir ve Kavramın bağıntılarının doğru olarak izlenmesi ya da doğru çıkarsamaların yapılması bir kavramlar bütünü olarak dizgesel mantıksal yapının üretilmesidir. Bu bütün dizgeselleştirme süreci tanıtlama dediğimiz şeydir.

Felsefenin özsel olarak kurgul düşüncenin etkinliği olması ölçüsünde tanıtlamanın da bu etkinlikten başka birşey olmasını beklememeliyiz. Yöntem kurgul düşünceyi üreten ona dışsal bir aygıt değil ama tam olarak kurgul düşüncenin kendisi olmalıdır.

Kavramsal düşüncenin devinmek, açınmak, ilerlemek için dışsal duyusal gerece gereksinmediği açık olmalıdır. Dışsal bağıntı David Hume’un çözümlemesine göre bir alışkanlık yapısıdır: Belirli bir sayıda gözlem sonucunda kurulan bir ilişkidir. Bu ilişki mantıksal değil ama ruhbilimsel çağrışım ilişkisidir. Doğal bilincin çıkarsama dediği şey en iyisinden bu çağrışımlar arasındaki ilişkidir, ve mantıksal bir zorunluktan ya da özgürlükten yoksun olarak olumsaldır. Bu bilinç düzleminde zorunlu ve evrensel hiçbirşey, hiçbir doğa yasası, hiçbir mantıksallık yoktur. Gene de tüm popüler tanıtlamacılık bu dışsallık düzleminde çalışır çabalar.

 
 
BELİT (AXIOM)

Axiom ya da Belit dediğimiz Gerçekliklerin tanıtlanamadıkları, kendiliğinden açık oldukları varsayılır. Örneğin Euklides'in Öğeler'inin Birinci Kitabında Belitler başlığı altında ilkin şu verilir:

1. Aynı şeye eşit olan şeyler birbirlerine de eşittir.  ...  5. Bütün parçadan büyüktür

Farabi bunlar için şunları söyler (Politik Belitler, § 31):

"Kurgul us bilimlerin ilkeleri olan evrensel zorunlu öncüllerin pekin bilgisini (örneğin bütünün parçalardan daha büyük olduğu, ya da aynı niceliğe eşit niceliklerin birbirlerine eşit oldukları gibi bilgilerimiz) araştırma yoluyla ya da andırım yoluyla değil ama doğal olarak kazanan bir yetidir. Bu ilkelerdendir ki insan yola çıkar ve insan becerisi olmaksızın varolan kurgul olguların geri kalanının bilgisine ilerler. Bu us kimi zaman gizilliktedir — bu ilk ilkeler ona belirtik olmadığı zaman; ama belirtikleştikleri zaman, edimdeki us olur ve yatkınlığı onun için hazır olanı üretecek denli güçlüdür."

Felsefe hiçbirşeyi tanıtlamadan gerçek olarak almaz. Belitler de tanıtlanmalıdır. Açıktır ki belitlerde eşitlik, büyük ve küçük, parça ve bütün, nicelik gibi kavramlardan yararlanırız. Bunların çıkarsanmaları gerekir. Euklides'in Tanımlarına örnek olarak Noktanın tanımını alalım:

1. Nokta parçası olmayandır.

Tanım bir nesnenin tanıt ya da çıkarsamasını değil ama yalnızca anlamını bildirir. Burada verilen tanımın doğruluğu kendiliğinden açıktır. Ama Noktanın Kavramı tanımından oldukça başka birşeydir, ve yalnızca Uzayı ve Olumsuzunu içerir:

Nokta Uzayın Olumsuzlanışıdır.

Bu ilişkilendirme Uzay ve Olumszlama kavramlarını içerir ve bunların tanıtlanmaları kurgul dizgenin gelişiminde daha Geometrik çıkarsamalara gelmeden önce üretilir. Bilimde hiçbirşey tanıtlama olmaksızın yalnızca varsayım zemininde kabul edilmez. Bu yanıyla felsefi bilim uzay, zaman, özdek, devim, enerji, kütle vb. gibi kavramları sorgulamadan kabul edip kullanan görgül doğa biliminden bütünüyle ayrı bir yöntem kullanır.

 
 
GERÇEKLİK

Gerçeklik geçici, değişken, göreli, kuşkulu, öznel olmamalıdır.

Gerçeklik Türkçe’de de “gerçek” sözcüğü Kavram ve Olgusallığın birliğini anlatır, örneğin “gerçek insan,” "gerçek dost" dediğimizde olduğu gibi. Doğal bilincimiz, duyusalın var olduğu sanısı içindeki bu duyu pekinliği bu kavrayış düzeyinden çok uzaklardadır. Bu bilinç, algı kipine geçtiği zaman, fenomenal, geçici, yitici olana, Kavramına uygun olmadığı için gerçekten var olmayana, oluşta olana “Gerçeklik” der. Ama bir de bu yanlışlığı dikkatsizce değil ama bilerek yapan ve yanlış olanı zorla Gerçekliğin yerine geçirmeyi isteyen ve bunu felsefe adına yaptığını ileri süren kavramsız, görgücü, olgucu bilinç vardır.

Sık sık bilgisizce sözleri edilen Herakleitos ve Parmenides fenomenal dünyayı “Gerçeklik” olarak değil, çelişki ve akış dünyası olarak görürler. Gerçeklik onlar için değişmez Birdir, tanrısal Logostur. Görüngü dünyası değişen, gelişen, kendini sürekli olumsuzlayarak gerçek biçime doğru akışta olan doğal ve tinsel varoluş alanıdır, çünkü fenomen Kendisi olduğu gibi Başkası da olan, kendi olumsuzu da olandır. Fenomenal dünya Gerçeklik değil, bir Sanı dünyasıdır, çünkü Görünen gerçekte olduğu gibi Olan değil ama olmadığı şey olan, Olmadığı olan, “gibi görünen”dir; ve orada, Realitede olan herşey yalnızca sanılandır, çünkü Varlığı salt bugün içindir ve yarın yoktur, ilksiz-sonsuz değildir ve geçici olmanın anlamı budur.

Sonluluğa, geçiciliğe tanrısal “Gerçekliğin” anlamını ve değerini vermek için bir kafanın aslında gündelik doğal bilincin de gerisine düşmesi gerekir, çünkü doğal bilinç bile şimdi var olan ama yarın var olmayacak olana “Gerçek” demeyi kabul etmez. Bir cisme, örneğin bir ağaca, taşa, toprağa “Gerçek” dendiğini yalnızca kimi sözde felsefe çalışmalarında buluruz. Ve tam olarak aynı yolda bir de mitolojide.

Bu saçmalığı normalleştirmek için arkadan gelmesi kaçınılmaz olan girişimler daha da çirkindir. Türkçe “Gerçeklik” sözcüğünü yasaklayıp yerine “Hakikat” gibi arkaik, yabancı bir sözcüğü geçirmek ve “Gerçekliği” yalnızca ve yalnızca görüngüsel olanı anlatmaya zorlamak, bu barbarlık yalnızca doğal dili bozmak değildir. Bu yapaylık Türk dilinin bütün bir tarihi boyunca bu en yüksek sözcükten ve en yüksek Kavramdan yoksun kalmış olduğunu, bütün bir sürecinde hiçbir zaman onu üretememiş olduğunu kabul eder. Ama açıktır ki onu üretemeyen yalnızca kendini onu kavramaya yeteneksizleştirmiş olan sözde entellektüeldir.

Gerçek olan var olandır, ve sözcüğün bu ontolojik imlemi onun Varoluş dünyası ile, Görüngü dünyası ile bağıntısını aklayan yandır. Ama Görüngü Varlığı olduğu gibi Yokluğu da kapsar; akıştadır; sürekli değişim içindedir, kalıcı değil, geçici ve yiticidir ve bu düzeye dek Gerçekliği geçici bir gerçekliktir, Gerçeklik değildir. Olgusallık, kapsadığı olumsuzlamadan ötürü, denmek istenen Kavramı çok daha uygun olarak anlatır. Olan, bir Olgu olan o denli de var olmamış olan, oluşmuş olan, ortaya çıkmış olandır. Sonludur.

Hiç kuşkusuz sağın anlamın beklenmediği yerde, gündelik konuşmada “gerçekleşme”den pekala söz edebiliriz, örneğin bir tasarın yaşama geçirilmesi, bir olgu olması, olgusallaşması durumunda olduğu gibi. “Gerçeklik” sözcüğünün bu anlamdaşlığa izin vermesinin zemini Görüngü olmanın, Varoluş olmanın kendisinde olumsuzu, yok olma olanağını olduğu gibi olumluyu, Varlığı da kapsıyor olmasıdır. Ama Varlığı ve Yokluğu birlikte kapsayan kavram Oluş sürecinden başka hiçbir yerde varolmayan Olgusallıktır, Realitedir.

Yabancı, arkaik “Hakikat” sözcüğü suçlu değildir. Yalnızca arkaik tınısı ile güzel değildir ve kendini Türkçe’nin ses uyumuna bırakmaz. Gene de “Hakikat = Gerçeklik” eşitliği geçerlidir. Ama kavramsız entellektüel “Gerçeklik” sözcüğünü yalnızca “fenomenal Olgusallığa” hapsetmeyi istediği ve bunu bir de Felsefe adına yapmayı istediği zaman, bu barbarcasına beceriksiz kafaya bütün bir tarihi boyunca Bilim adına, Felsefe adına, Güzel Sanat adına, İnsanlığın kendisi adına hiçbirşey yapamamış ve bu çirkinlik, yapaylık ve özsüzlük ile hiçbirşey yapamayacak olduğu anımsatılmalıdır. Kavramsız aydının karakteri her zaman yenilikten korkmak ve buna göre Yasaklayıcılık, Tutuculuk, Değişmeme, Gelişmeme olsa da, Dilin Özü bu despotik bilincin dokunamayacağı ussallığın ve güzelliğin kendisidir.

“Doğruluk” sözcüğünün kavramı da bu bağıntılar içinde kendini gösterir ve bilincimde bulunan bir düşüncenin, bir tasarımın bir olguya, bir fenomene karşılık düşmesini anlatır. "Şimdi kar yağıyor," dediğimde bu pekala doğru olabilir. Ama olmayabilir de.

Olgu olmuş olandır, ve böyle olarak değişimi, başkalaşımı asıl özünde kapsar. “Doğruluk” Kavramın değil, Tasarımın Olgu ile, Fenomen ile, Olgusallık ile bağdaşmasıdır.

 
 
US

Us bir veridir. Usu insanın kendisi yaratır, ya da us çevre tarafından belirlenir vb. gibi anlatımlar gerçekliğin bakış açısından yalnızca boştur. Böyle bakış açıları usun üzerine insan, çevre, dış dünya vb. gibi tasarımları koyar, usu türevsel, ikincil birşeye indirger, ve böylelikle ayaklarının sağlam bir zeminde durduğu sanısına kapılır.

Doğal Us — bizim doğal usumuz — Kavramın kendiliğinden etkinliğidir, biz onun bilincinde olmaksızın işler. Onu bilmek herşeyden önemli, anlamlı, dirimseldir.

"Kurgul us bilimlerin ilkeleri olan evrensel zorunlu öncüllerin pekin bilgisini (örneğin bütünün parçalardan daha büyük olduğu, ya da aynı niceliğe eşit niceliklerin birbirlerine eşit oldukları gibi bilgilerimiz) araştırma yoluyla ya da andırım yoluyla değil ama doğal olarak kazanan bir yetidir. Bu ilkelerdendir ki insan yola çıkar ve insan katkısı olmaksızın varolan kurgul olguların geri kalanının bilgisine ilerler. Bu us kimi zaman gizilliktedir — bu ilk ilkeler ona belirtik olmadığı zaman; ama belirtikleştikleri zaman, edimdeki us olur ve yatkınlığı onun için hazır olanı üretecek denli güçlüdür." (Farabi, Politik Belitler, § 31)

Us değişmez. Bilinç değişir. Us sonsuzdur. Bilinç sonludur. Bilinç içeriği olarak duyum ve duygu, sezgi ve tasarım, kavram ve yargı vb.gibi her öznelliği alır. Us içeriğini kendisi üretir çünkü içeriğin kendisidir.

 
 
MANTIK

Bir kavramı düşünün. Yalnızca onu düşünün. Hiçbir resim, hiçbir imge, hiçbir tasarım, ya da belirli hiçbir duyusal biçim olmaksızın. Sonra hiçbir çağrışım üretmeksizin düşüncenizi kavramdan daha öteye götürmeye çalışın. Düşünce ilerlesin, devinsin, açınsın. Ama nasıl? Düşünülmesi beklenen bir sonraki kavram ne olabilir? Herhangi bir başka kavram mı? Yoksa ona en yakın olanı mı? Ve burada yakınlığın anlamı nedir? Bir kavramı izleyen en yakın başkası onun karşıtıdır. Karşıtı birinci kavramın kendisi yaptığı için gerçekte ondan ayrılamazdır, bütünüyle onda kapsanır, onunla birdir. Ve bu karşıt kavram düşünmede ilerlemenin biricik olanağıdır. Bu bağıntı dışsal, çağrışımsal, sentetik, alışkısal vb. değil ama mantıksal olandır, eytişimseldir. Aslında MANTIK dediğimiz şeyin kendisidir. Şimdi bu karşıtlığı alın ve onu neyin izleyeceğini düşünün. Yine dışarıdan bir başka kavram almaksızın ya da çağrışım vb. kullanmaksızın neyi düşünebilirsiniz? Düşünebileceğiniz en yakın düşünce karşıtlığın kendisi, karşıtlığın ayırdedilemez bir birlik oluşturduğu olgusudur. Bu kurgul birlik, bu karşıtların birliği onu oluşturan kıpılardan bütünüyle başka birşey, yeni bir Kavramdır.

Yeni kavram onu üretenleri kıpılar olarak, ortadan kaldırılmış olarak, olumsuz olarak kendi içinde kapsar. Dolaylıdır. Ama o denli de dolaysızdır çünkü onları ortadan kaldırmıştır ve kendi diyalektiğine ilerleyebilir. .

 
Aziz Yardımlı / İdea Yayınevi 2014