İdea Yayınevi / Platon / Devlet
site haritası  

Platon
Devlet 5
PLATON, DEVLET, Πολιτεία (Politeia); De Republic
KİTAP V [472-480]
Temalar: FELSEFECİ-DEVLET; BİLGİ-SANI

DİYALOĞA KATILANLAR: Sokrates, Glaukon
[‘‘Devlet’’in V. Kitabının burada verilen son pasajlarında konu Felsefe ve insanlığın yazgısı arasındaki ilişkidir. ‘‘VII. Mektup’’ aynı temayı işler, ama orada yalnızca kuramsal bir irdelemenin ötesinde Platon bu tasar ile ilgili kendi Siraküze deneyimlerini anlatır.]

Sokrates, Glaukon
 
 
— Önerilerime nasıl beklenmedik bir saldırı yaptın. Sımsıkı köşeye kıstırdığın zavallıya hiç acımıyor musun? Birinci ve ikinci dalgalardan ancak kaçabilmişken, şimdi üzerime en büyük ve en tehlikelisi olan bir üçüncü ile geldiğini bilmiyor gibi görünüyorsun. Onu görüp işitince sanırım beni bağışlayacaksın, ve şimdi bildireceğim ve irdeleyeceğim denli olağanüstü bir öneri durumunda biraz korku ve duraksamanın doğal olduğunu kabul edeceksin.

— Böyle konuşmaya son vermediğin sürece, dedi, bize böyle bir Devletin edimselleşmesinin nasıl olanaklı olduğunu anlatman konusunda daha da kararlı olacağız. Hiç zaman yitirmeden başla.

— Öyleyse bizi bu noktaya türenin ve türesizliğin özü için arayışımızın getirdiğini anımsayarak başlayayım.

— Doğru, dedi; ama bunda ne var?

— Hiçbirşey. Yalnızca eğer türenin özünü bulmuşsak, o zaman doğru insandan kendini hiçbirşeyde ondan ayırmamasını, tersine herşeyde türe ile uyum içinde olmasını isteyecek miyiz? Yoksa ona olanaklı olduğu ölçüde yaklaşması ile, ve onda başka insanlardan daha yüksek bir türe düzeyine erişilmesi ile mi yetineceğiz?

— Yaklaşmak yeterli olacaktır.

Pekala, dedim; bir ideal bulabilmek için araştırdığımız şey saltık türenin doğasının ve eksiksiz olarak türeli olan insanın karakterinin ne olduğu, ve türesizliğin ve eksiksiz olarak türesiz insanın ne olduğu idi. Onlara kendi mutluluğumuzu onların sergilediği ölçüne ve bizim onlara andırımlı olmamızın derecesine göre yargılayabilmek için bakacaktık, gerçekte varolup olamayacaklarını gösterme amacıyla değil.

— Doğru, dedi.

Şimdi bir ressamı alalım; eğer en güzel insan idealinin bir resmini yapacak ve tabloya tüm ayrıntıları doğru olarak geçirecek olsaydı, ama böyle bir insanın olanaklı olduğunu tanıtlayamasaydı, bu nedenle kötü ressam mı olurdu?

— Hiç kuşkusuz olmazdı!

Peki, dedim, bizim yaratmakta olduğumuz şey eksiksiz bir Devletin ideali değil miydi?

— Evet.

Ve betimlenen yolda düzenlenen bir Devletin edimselleşebileceğini tanıtlayamadığımız için kuramımız kötü bir kuram mıdır?

— Hiç de değil, yanıtını verdi.

Gerçekten de böyle, dedim. Ama eğer, istediğin için olanağın nasıl ve hangi koşullar altında en yüksek olduğunu göstermeye çalışacaksam, o zaman bu durumda daha önce kabul ettiklerimizi yinelemeni isteyeceğim.

— Hangilerini? {473}

 

 

Şeylerin tam olarak söylendikleri gibi edimselleştirilmeleri olanaklı mıdır? Yoksa edimselleşme doğallıkla gerçeğe sözcüklerden daha mı az yaklaşır, üstelik kimileri böyle düşünmeseler bile? Bu noktada anlaşıyor muyuz?

— Anlaşıyoruz.

O zaman sözcükler ile tartıştığımız her şeyin bütünüyle ve tam olarak gerçekleştirilebileceğini tanıtlamaya zorlama beni; eğer yalnızca bir Devletin önerdiğimize yakın olarak nasıl yönetilebileceğini bulabilirsek, istediğin olanağı bulduğumuzu kabul edeceğiz. Bununla yetinecek misin? Ben yetiniyorum!

— Evet, yetineceğim.

Bundan sonra Devletlerde şimdiki kötü yönetimlerinin nedeni olan şeyi ve bir Devletin daha gerçek bir biçime geçmesini sağlayacak en küçük değişimin ne olduğunu bulmaya ve göstermeye çalışacağız. Ve değişim, eğer olanaklıysa, yalnızca tek bir şeyin değişimi olmalı, eğer değilse, iki; ne olursa olsun, değişimler olabildiğince az ve küçük olmalılar.

— Anladım, dedi.

Dönüşümü yapacak tek bir değişim var, dedim, ve sanırım onu tanıtlayabilirim; hiç kuşkusuz ne küçük ne de kolay, ama olanaklı.

— Nedir o? dedi.

Şimdi, dedim, dalgaların en büyüğüne benzettiğim şeyin tam üstündeyim. Gene de konuşacağım, üstelik dalga kırılacak ve beni gülmeler ve küçümsemeler içinde boğacak olsa bile. Söyleceklerimi dikkatle dinle.

— İlerle.

Felsefe Ve İdeal Devlet.
Felsefe Zorunlu Olarak En Gerçek Anlamda Politik Midir?


 

Şöyle dedim: Felsefeciler kral oluncaya, ya da bu dünyanın kral ve prensleri felsefenin tinini ve gücünü kazanıncaya, politik büyüklük ve felsefi bilgelik tek bir kişide birleşinceye ve ikisinden birini ötekinin dışlanması pahasına izleyen o sıradan doğalar bir yana çekilmek zorunda kalıncaya dek, Glaukon, kentler için, hayır, bütün bir insanlık için kötülükler hiçbir zaman sona ermeyecek. O güne dek, şimdi sözcüklerde geliştirdiğimiz bu Anayasa hiçbir zaman varlık kazanmayacak, hiçbir zaman gün ışığı görmeyecek, ama yalnızca bizim betimlememizde yaşayacak. Beni konuşmada böylesine duraksatan şey bu düşünceydi, çünkü çok aşırı görünüyordu. Çünkü başka hiçbir Devlette kişisel ya da kamusal mutluluğun olamayacağına inanmak gerçekten de çok güç.

 

— Sokrates! diye başladı. Kafalarımıza nasıl bir konuşma, nasıl bir öğreti soktun? Bunu söyler söylemez dosdoğru üzerine gelen bir ordu bulacaksın; sakın bir yanlışlık yapma, hiç de küçümsenemeyecek düşmanlardan oluşan bir ordu! {474} Üstlerindekini hemen atıp çırıl çıplak ellerine gelen ilk silahla öçlerini alabilmek için tüm güçleriyle üstüne gelecekler. Eğer mantığın seni savunmaz ve onları uzakta tutamazsa, cezanı çekip tam bir alay konusu olacaksın.

— Ve tümü de senin suçun, dedim.

Ve iyi yapmışım, dedi. Ama seni terketmeyeceğim ve sana elimden gelen yardımı yapacağım. Ama yapabileceğim yalnızca sana bol şans dilemek ve iyi bir öğüt vermek; ve belki de sorularına başka birinden daha iyi yanıtlar vermeyi de başarabilirim. Hepsi bu kadar. Şimdi, böyle bir yardımcın olduğuna göre, inanmayanlara haklı olduğunu göstermek için elinden geleni yapmalısın.

— Denemem gerek, dedim. Ve sanırım, bu güçlü yardımı sağladığına göre, eğer bu senin büyük ordularından kurtulmayı istiyorsak, onlara Devletlere egemen olmaları gerektiğini söylediğimiz felsefecilerden ne anladığımızı açıklamalıyız. Eğer bunu açığa çıkarabilirsek, o zaman bunların asıl doğalarının gerçek bilgeliğe sarılmak ve kente önderlik etmek olduğunu, ama başkalarının ise felsefeyi rahat bırakmaları ve önderlerini izlemeleri gerektiğini tanıtlayarak bir savunma yapabiliriz.

Evet, dedi, şimdi bunu açıkça tanımlamanın zamanı.

— Beni izle, dedim; sana şu ya da bu yolda doyurucu bir açıklama verebileceğimi umuyorum.

İlerle.

— O zaman sana şunu anımsatmam gerekekecek, ya da belki de kendin anımsayacaksın: Birinin bir şeyi sevdiğini söylediğimiz zaman, eğer bunu haklı olarak söyleceksek, sevgisini sevdiği şeyin bir parçasına yönelttiğini ama başka bir parçasını sevmediğini değil, ama bütününü sevdiğini söyleriz, değil mi?

Öyle görünüyor ki, anımsatman gerekiyor, dedi, çünkü gerçekten de ne demek istediğini anlamadım.

 
— Bu yanıt, Glaukon, dedim, bir başkasına çok daha uygun düşerdi. Ama senin gibi seven bir insanın yaşamlarının baharında olan tüm gençlerin şu ya da bu yolda sevgilinin göğsünde bir acı ya da heyecan yarattıklarını ve tümünün de ilgiye ve bir sevgiye değer olduklarını unutmaması gerekir. Yoksa güzellere karşı böyle duygular duymuyor musun? Birinin basık bir burnu vardır, ve onun şirin çehresini översin; öteki çengel burunludur, ve ona soylu bir bakış dersin; üçüncüsü, ikisinin ortasında duran ise en iyi ölçüyü taşır. Esmer çehreli olan erkekçedir, açık tenliler ise tanrıların çocukları; tatlı ‘bal renkli’ oldukları söylenenler için düşündüğün ad ise tatlı sözlerle konuşan ve gencin yanağında görünecek solgunluğa aldırmayan bir sevgilinin buluşu olmalıdır. {475} Tek bir sözcükle, gençliğin baharında açan tek bir çiçeği bile kaçırmamak için bulmayacağın hiçbir bahane, ve söylemeyeceğin hiçbirşey yoktur.

Eğer seven insanların ve davranışlarının örneklerini bende bulmayı istiyorsan, dedi, uslamlamaların uğruna bunu kabul ederim.

— Şarabı sevenler konusunda ne dersin? Onların da aynı şeyi yaptıklarını görmüyor musun? Herhangi bir şarabı içmek için her bahaneyi bulurlar.

Evet, öyle yaparlar.

— Ve hırslı insanlar için de aynı şey doğrudur. Eğer orduya komuta edemezlerse, bir bölüğe komuta etmeyi kabul ederler; eğer gerçekten büyük ve önemli kişiler tarafından onurlandırılmazlarsa, daha önemsiz ve sıradan insanlar tarafından onurlandırmaktan hoşnut kalırlar — ama ne olursa olsun bir tür onurlandırma isterler.

Tam olarak.

— Şimdi yargıla: Bir şey için istek duyan biri ne olursa olsun onun bütününü mü ister, yoksa salt bir parçasını mı?

— Bütününü.

— Ve felsefecinin bilgeliğin yalnızca bir parçasını değil ama bütününü sevdiğini söyleyemez miyiz?

Evet, bütününü.

— Ve bilimi sevmeyen biri için, özellikle neyin iyi neyin kötü olduğunu yargılama gücü taşımayan genç için, onun bir felsefeci olmadığını ya da bilmeyi seven biri olmadığını söyleriz, tıpkı yemeğini geri çeviren birinin aç olmaması, ve iştahının iyi değil ama kötü olduğunun söylenebilmesi gibi.

Çok doğru, dedi.

— Ama her tür bilgiyi tatmaya istekli, öğrenme merakıyla dolu ve hiçbir zaman doymayan birine haklı olarak bir felsefeci denebilir. Haklı değil miyim?

Glaukon şöyle yanıt verdi:

— Eğer merak birini felsefeci yapacaksa, birçok tuhaf yaratığın bu sanı hak edeceğini göreceksin. Manzara seyretmeyi seven herkes öğrenmeye bayılır, ve bu nedenle onları da katmak gerekir. Anlatılan herşeyi dinlemeyi sevenler en tuhaf ‘felsefeciler’dir, çünkü dünyada felsefeci denebilecek en son insanlar onlardır ve ellerinden gelse felsefenin ya da ciddi bir tartışmanın yanına bile yaklaşmazlar. Ama sanki kulakları her koroyu dinlemek için kiralanmıştır: Dionisios şenliklerinde tüm konserleri dinlemek için koşarlar, ve tören ister kasabada ister kentte olsun, — hiç önemli değil —, onları orada bulursun. Şimdi tüm bunların ve benzer beğenileri olanların, tıpkı çok önemsiz sanatların öğretmenleri gibi, birer felsefeci olduklarını mı ileri süreceğiz?

— Elbette hayır, diye yanıt verdim; bunlar yalnızca felsefeciye öykünürler.

Dedi ki:

— O zaman kimler gerçek felsefecilerdir?

— Gerçeği görmeyi isteyenler, dedim.

— Güzel, dedi; ama demek istediğini tam anlamayamadım.

— Bir başkasına açıklamak güç olabilirdi, dedim; ama şimdi bildireceğim önerme üzerinde anlaşacağımızdan eminim.

— Nedir önerme?

— Güzellik çirkinliğin karşıtı olduğuna göre, bunlar iki ayrı şeydir, değil mi?

— Elbette. {476}

Ve iki şey olduklarına göre, her biri kendi için birdir, değil mi?

— Yine doğru.

— Ve doğru ve eğri, iyi ve kötü, ve başka her kavram için aynı şey geçerli olmaz mı? Tek başına alındıklarında, her biri birdir; ama birbirleriyle, eylemlerle ve şeylerle çeşitli bileşimlerinde her tür ışık altında görüldükleri için, çok gibi görünürler, değil mi?

— Bütünüyle doğru.

— O zaman çizgiyi burada çekiyorum: Bir yanda görüntü-sevgisi, sanat-sevgisi, ve kılgı insanları, ve öte yanda sözünü ettiğim ve haklı olarak yalnızca kendilerine felsefeci denebilecek insanlar.

— Onları nasıl ayırıyorsun? dedi.

— Sesleri ve görüntüleri sevenler, dedim, sanırım güzel tonlara, renklere ve biçimlere ve onlardan yapılmış her tür yapay şeye bayılırlar; ama anlıkları saltık güzelliği görmeye ve sevmeye yeteneksizdir.

Doğru, diye yanıtladı.

— Ama ötekiler, kendinde güzele ulaşmayı ve onu salt kendi uğruna görmeyi başarabilenler, böyle insanlar çok az değil midir?

— Gerçekten de çok azdır.

 
— Kim yalnızca güzel şeylere inanıp saltık güzelliğe inanmıyorsa, ya da onu o güzelliğin bir bilgisine götürecek olanı izlemeye yeteneksizse, böyle birinin yaşamı bir düş müdür yoksa gerçeklik mi? Düşün. Düş gören biri — ister uykuda ister uyanık olsun — şeyin benzerini eşlem diye değil ama şeyin kendisi diye alan biri değil midir?

Hiç kuşkusuz böyle birinin düş görmekte olduğunu söylerim.

— Ama saltık güzelliğin varoluşunu kabul eden, ideayı ondan pay alan nesnelerden ayırdedebilen, ve ne nesneleri ideanın yerine ne de ideayı nesnelerin yerine koyan ötekinin durumunu düşün — düş gören biri midir, yoksa uyanık mıdır?

— Oldukça uyanıktır.

— O zaman haklı olarak bilenin ansal durumunun bilgi olduğunu, ve salt sanmakla yetinen ötekinin ise kafasında yalnızca sanılar taşıdığını söyleyemez miyiz?

— Elbette.

— Ama bu ikincisinin, bir bilgisi değil ama yalnızca sanıları olanın bize kızmış ve söylediklerimizin doğruluğuna karşı çıkıyor olduğunu düşünelim: Ona açıkça kafasında bir dengesizlik olduğunu bildirmeksizin tatlılıkla yatıştırıcı birşeyler söylemek ya da bir öğüt vermek olanaklı mıdır?

— Hiç kuşkusuz ona biraz öğüt vermek gerekir, diye yanıtladı.

Bilgi Ve Varlık: Bilgisizlik Ve Yokluk: Sanı Ve Oluş

 


Peki öyleyse, ona söyleyecek birşeyler düşünelim. Ona eğer bildiği birşey varsa bunu kendisine çok görmeyeceğimizi, tersine birşeyler bilmesinden sevinç duyacağımızı söyleyerek başlayalım mı? Sonra ona şunu sorabiliriz: Bilgisi olanın bildiği ‘birşey’ midir yoksa ‘hiçbirşey’ mi? Ama onun yerine sen yanıtlıyorsun.

— Bildiği birşeydir yanıtını veriyorum.

— Olan birşey mi, yoksa olmayan mı?

Olan birşey; çünkü olmayan bilinebilir mi? {477}

— Soruna pekçok bakış açısından baktıktan sonra, gerçekten var olanın gerçekten bilinebilir olduğu, ama hiçbir biçimde var olmayanın hiçbir biçimde bilinemez olduğu kanısına varmaz mıyız?

— Hiçbirşey daha pekin olamaz.

— Peki. Ama doğası hem olmak hem de olmamak olan herhangi birşey varsa, bu gerçekten varolan ile hiçbir biçimde varolmayan arasında bir yerde olmayacak mıdır?

— Evet, aralarında.

— Ve, bilgi varolana ve bilgisizlik zorunlu olarak varolmayana karşılık düştüğü için, varolan ve varolmayan ortasındaki ara konum için — eğer böyle birşey varsa — bilginin ve bilgisizliğin ortasında ona karşılık düşen bir ara konumun aranması gerekmez mi?

— Elbette.

Sanı diye birşeyin olduğunu kabul ediyor muyuz?

— Hiç kuşkusuz.

— Bilgi ile aynı yeti midir, yoksa ayrı mı?

— Ayrı bir yeti.

— O zaman sanı ve bilginin yetilerin bu ayrımına karşılık düşen ayrı ayrı şeylerle ilişkileri vardır.

— Evet.

— Ve bilgi varlık ile görelidir, ve varlığı bilir. Ama daha ileri gitmeden önce bir ayrım getirmek istiyorum.

— Nasıl bir ayrım?

 
— Yetiler ile varolan şeylerin bir türünü anlamaz mıyız? Onlar bizde bulunan — ve başka herşeyde bulunan — ve yapabileceğimizi yapmamızı sağlayan güçlerdir. Örneğin görmeye ve işitmeye yetiler diyeceğim. Ne tür şeylerden söz ettiğimi açıkça anlatabildim mi?

— Evet, tam olarak anladım.

— O zaman onlar üzerine düşündüklerimi dinle. Yetileri göremem, ve bu nedenle kimi şeyleri birbirinden ayırderken göz önünde tuttuğum renk ya da şekil ya da bunlara benzer ayrımlar onlar için geçerli değildir. Bir yetiden söz ederken yalnızca ereğini ve etkisini düşünürüm. Ve aynı ereği ve aynı etkiyi taşıyana aynı adı veririm, ama bir başka ereği ve başka etkisi olana ayrı. Sen ne yaparsın?

— Aynı şeyi.

— Ve şimdi yine geriye dönelim, sevgili dostum. Bilginin bir yeti olduğunu söyler miydin, ya da onu hangi sınıfa koyardın?

— Hiç kuşkusuz bilgi bir yetidir, ve tüm yetiler arasında en güçlüsüdür.

— Peki sanı, o da bir yeti değil midir, ve onu da aynı sınıfa mı koyardın?

— Elbette aynı sınıfa, dedi; çünkü sanı bir görüş oluşturabilmemizi sağlayan yetidir.

— Ama biraz önce bilginin sanı ile aynı olmadığını kabul etmemiş miydin? {478}

Elbette, dedi, hiç sağduyulu biri yanılmaz olanı yanılabilir olanla bir görebilir mi?

— Güzel bir yanıt, dedim. Öyleyse sanının bilgiden ayrı olduğunda açıkça anlaşıyoruz.

— Evet, ayrıdırlar.

— O zaman bilgi ve sanının her birinin ayrı bir şey üzerinde ayrı bir gücü mü vardır?

— Zorunlu olarak.

— Varlık bilginin alanı ya da konusu, ve bilgi varlığın doğasını bilmek değil midir?

— Evet.

— Buna karşı, bir sanısı olmak bir görüşü olmak demek değil midir?

— Evet.

— Ve sandığımızı bilir miyiz? Ya da sanının nesnesi bilginin nesnesi ile aynı mıdır, yoksa bu olanaksız mıdır?

— Olanaksızdır, dedi, anlaştığımız şeye göre; eğer yetideki ayrım nesnedeki ayrımı imliyorsa, ve eğer, dediğimiz gibi, sanı ve bilgi ayrı ayrı yetiler iseler, o zaman bilginin ve sanının nesneleri aynı olamaz.

— O zaman, eğer varlık bilginin nesnesi ise, sanının nesnesi başka birşey mi olmalıdır?

— Evet, başka birşey.

— Peki o zaman, sanının nesnesi varolmayan mıdır? Ya da, daha doğrusu, nasıl olur da varolmayana ilişkin bir sanı olabilir? Düşün: Birinin bir sanısı varsa, birşey üzerine bir sanı taşıyor olmaz mı? Yoksa, olmayan birşey üzerine herhangi bir sanımız olabilir mi?

— Olamaz.

— O zaman bir sanısı olanın bir şey üzerine mi bir sanısı vardır?

— Evet.

— Ve varolmayanın bir şey olmadığını, ama, sözcüğün tam anlamıyla konuşursak, yokluk olduğunu söyleyemez miyiz?

— Hiç kuşkusuz.

— Varolmayan için bilgisizlik zorunlu bağlılaşık kabul edilmişken varolan içinse bu bağlılaşık bilgiydi, öyle değil mi?

— Evet, dedi.

— Öyleyse sanının nesnesi ne varolan ne de varolmayandır, öyle mi?

Evet, ne varolan ne de varolmayandır.

— Buna göre sanı ne bilgisizlik olabilir ne de bilgi, öyle mi?

— Apaçık.

— Ama sanı her ikisinin de dışında ve ötesinde, bilgiden daha büyük bir aydınlıkta ya da bilgisizlikten daha büyük bir karanlıkta mı aranacaktır?

— İkisinde de değil!

— O zaman sanı sence bilgiden daha karanlık ama bilgisizlikten daha aydınlık birşey olarak mı görünür?

— Kesinlikle.

— Öyleyse ikisinin arasında mı yatar?

— Evet.

— O zaman sanının ara bir konum olduğunu mu çıkarıyorsun?

— Tam olarak!

— Ama daha önce, eğer birşey aynı zamanda olan ve olmayan birşey gibi görünüyorsa, böyle birşeyin gerçekten varolan ve gerçekten varolmayan ortasında ara bir konumda bulunacağını, ve karşılık düşen yetinin ne bilgi ne de bilgisizlik olduğunu, ama ortalarında ara bir konumda bulunacağını da söylememiş miydik?

— Evet.

— Ve şimdi o ara konumda sanı dediğimiz şey bulunmadı mı?

— Bulundu.

— O zaman şimdi yapılması gereken şey varolanın ve varolmayanın doğasından eşit ölçüde pay alan, ve haklı olarak doğrudan doğruya ikisi tarafından da adlandırılamayan nesneyi bulmak. Eğer bu bilinmeyen terimi bulursak, ona haklı olarak sanının nesnesi diyebilir ve böylece her birinin asıl yetilerini saptayabiliriz — uçlara uçların yetilerini, ve ortaya ortanınkini.

— Doğru. {479}

 
— Bu kabul edildiğine göre, her zaman kendine özdeş ve değişmeden kalan kendinde güzelliğe ve bir güzellik ideasına inanmayan, tersine bir güzel şeyler çokluğuna inanan sevgili dostumuza,* senin bu güzel şeyleri sevmesine karşın güzelin bir olduğunun, doğrunun bir olduğunun ya da herhangi birşeyin bir olduğunun söylenmesine dayanamayan adamına — ona diyeceğim ki, Lütfen efendim, bize tüm bu güzel şeyler arasında çirkin görünemeyecek tek bir şeyin olup olmadığını söyler misin; ya da doğru şeyler arasında eğri, kutsal şeyler arasında kutsal-olmayan?
*476’da da sözü edilen bu ‘‘düşsel’’ bilme durumundaki bayın Antisthenes ya da İsokrates olduğu düşünülür.

 

 

— Hayır, dedi; güzel belli bir bakış açısından kaçınılmaz olarak çirkin görünecektir; ve geri kalanların da durumu budur.

— Ve çiftlere gelince, bunlardan biri o denli de bir başkasının yarısı olarak görünemez mi?

— Bütünüyle doğru.

— Ve büyük ve küçük, ağır ve hafif denilen şeyler bunlarla olduğu gibi pekala karşıt adlarla da adlandırılaz mı?

— Adlandırılabilir; Her biri her iki karşıttan da pay alacaktır.

— O zaman bu birçok şeyden her biri gerçekte ona yüklediğimiz özelliği karşıtından daha yüksek bir derecede taşıyabilir mi?

Şöyle yanıtladı:

— Bunlar masada sorulan bilmecelere ya da çocukların yarasa vuran hadım bilmecesine benziyor — onu neyle vurdu, ve yarasa neyin üzerine oturuyordu?* Sözünü ettiğim bireysel nesneler de birer bilmecedir ve çifte bir anlamları vardır: Kafanda onları varlık ya da yokluk olarak, ya da her ikisi olarak, ya da hiç biri olarak saptayamazsın.

*Bilmece şöyleydi:
Bir erkek olmayan bir erkek bir çubuk olmayan bir çubuk üzerinde oturan bir kuş olmayan bir kuş gördü ve görmedi ve onu bir taş olmayan bir taşla vurdu. Yanıt: Bir hadım bir kamış üzerinde oturan bir yarasa gördü ve onu bir süngertaşı ile vurdu.

 

 


— O zaman onlarla ne yapacağını biliyor musun? dedim. Varlık ve yokluk arasında olmaktan daha iyi bir yerleri olabilir mi? Çünkü açıktır ki yokluktan daha büyük bir karanlık ya da olumsuzlama içinde değildirler, ne de, daha yüksek bir varoluş derecesi yoluyla, varoluştan daha tam bir aydınlık içindedirler.

— Bu bütünüyle doğru, dedi.

— O zaman öyle görünüyor ki kalabalığın güzel ve tüm başka şeyler üzerine kafasında taşıdığı düşüncelerin gerçek varlık ve gerçek yokluk arasında bir alanda dönüp durduğunu bulduk.

— Evet.

— Evet; ve daha önce bulabileceğimiz böyle herhangi birşeyin bir bilgi nesnesi olarak değil ama bir sanı nesnesi olarak tanımlanabileceği konusunda anlaşmıştık — aradaki yeti tarafından yakalanıp tutulan ara akış olarak.

— Bütünüyle doğru.

 

— Sonra birçok güzelliği seyretmelerine karşın henüz güzelliğin kendisini, saltık güzelliği göremeyenler ya da ona götüren yolu göstereni izleyemeyenler, birçok doğru şeyi görmelerine karşın saltık doğruyu görmeyenler — tüm benzerleri için aynı şeyi yapanlar — böyle kimselerin tüm bunlara ilişkin bilgileri değil de sanıları olduğu söylenebilir mi?

— Hiç kuşkusuz.

— Buna karşı Kavramın kendisini, ilksiz-sonsuz ve değişmez olanı görenlerin yalnızca sanmadıkları ama bildikleri söylenebilir mi?

— Bu da yadsınamaz.

— Biri bilgisinin nesnelerini sevip kucaklarken, öteki ise sanısının nesnelerini kucaklamaz mı? İkinciler, eğer söylediklerimizi anımsarsan, {480} hoş sesleri dinleyip güzel renkleri seyreden ama saltık güzelliğin varoluşuna dayanamayanlar ile aynıdır.

— Evet, anımsıyorum.

— O zaman onları bilgelik-sevenlerden çok sanı-sevenler* olarak adlandırmamızda herhangi bir uygunsuzluk olabilir mi, ve onları böyle betimlediğimiz için bize çok kızarlar mı?

*Filo-sofi, filo-doxi.

 

Onlara kızmamalarını söyleyeceğim; hiç kimse doğru olana kızmamalıdır.

— Ama gerçekten varolanı sevenlere bilgelik-sevenler denecektir, sanı-sevenler değil, öyle mi?

— Kesinlikle.


[ V. KİTAP SONU ]

 


Sonraki Bölüm: Kitap VI (a)

İdea Yayınevi 2014 / Çeviren: Aziz Yardımlı