Postmodern bakış açısının kavramsal açınımı Usu yadsımanın vargılarını çıkarsamaktan oluşur. Onu anlamanın yolu diyalektiği reddederek analitik düşünceye geri düşmek ve soyutlamacı anlağın tek-yanlı çıkarsamalarını üretmektir. Örneğin Türlülük-Özdeşlik ya da Bir-Çok diyalektiğini çözmek, ya da analitik Türlülüğü (ya da Ayrımı, Çoğulluğu) kendi için doğrulamak, ya da Özdeşliği (ya da Birliği) ona yadsımak gibi. Bu analiz yönteminde mantıksal zorunluk bir yana atılır ve karşıtlığın hangi ucunun yeğleneceğini ruhbilimsel keyfilik belirler.

Postmodern bakış açısı Büyük Anlatı dediği kurtarıcı ideolojinin geçersiz olduğunu ileri sürer. Gerçekten de özgür bireyler kurtulma gereksiniminde değildirler ve sözde kurtarıcı ideoloji Yurttaş Toplumunu tanımayan bir despotik kalıntıdır. Ama usdışı postmodernizmin kendisi de ussal Yurttaş Toplumunu reddeder ve arkaik kültürlerin heterojen bir birlikteliğini doğrulamaktan öteye geçemez.

İdeolojinin ayırdedici yanı Yurttaş Toplumunu, evrensel-ussal İstenci reddetmesidir. İdeoloji Devletin özselliği olan Yurttaşlık İlkesi üzerinde değil ama, tam tersine onunla çelişen ilkeler üzerinde kurgulanan bir politik programdır -- örneğin ırk ilkesi, ortaklaşa mülkiyet ilkesi, kapital, ulus, etnik küme ilkeleri vb. gibi. Postmodernizmin elinde bir Yasa Kitabı vardır. Ama bu Yasa Kitabı değildir. Çünkü görelidir. Evrensel olması saltık olması ile, tüm yurttaşlar için eşit olarak geçerli olması ile birdir. Postmodern uslamlamaları anlamak için onları düzeltmemek zorundayız.

Postmodern bakış açısı genel olarak kurtarıcı Büyük Anlatı dediği şeye karşıtçılığında görünürde ideoloji ile karşıtlık içine girer. Ama modern Yurttaş kurtarılma ve böylece herhangi bir ideoloji gereksiniminde olmaması ölçüsünde postmodern önlem gereksizdir. Kurtarıcı olması gereken Büyük Anlatı ya da İdeoloji modern Yurttaş için çoktandır antikadır. Gerçekte, ideoloji pre-moderndir, çünkü İdeolojinin istemi genel ussal İstencin bütünsel silinişidir.

Ama postmodern bakış açısı ideolojiyi reddetmekten daha çoğunu yapar. Postmodern bakış açısının özgül yanı Kavramı, Usu, Logosu yadsıma eğilimini sonuçlarına doğru ilk kez tam olarak götürme girişiminde yatar. Bu nedenle postmodern kuramcılık için Nietzsche'nin ve Heidegger'in Usu yadsıyan bakış açıları özellikle esinlendiricidir. Ama Postmodernizm bu yadsımanın sonuçlarını yine o yadsınan Usun kendisine dayanarak çıkarsar. Postmodern bakış açısının bütün ciddiyeti bu paradoks tarafından belirlenir.

Özgürlüğün ussal ya da us olması ölçüsünde, postmodern göreli bakış açısı için Özgürlük Kavramı değil, ama Özgürlük tasarımı geçerlidir, ve bu tasarımı dilediği gevşeklik içinde kullanabilir. Özgürlük ussal öz-belirlenim iken, postmodern bakış açısı Özgürlüğü keyfilik olarak, belirlenimsizlik olarak almak zorundadır. Bunun bir sonucu postmodern öğretinin, tıpkı ideolojinin kendisi gibi, ancak gerçek Özgürlük bilincinin bulunmadığı bilinç kesitlerinde doğmasının ve yayılmasının olanaklı olmasıdır. Ve durum gerçekten de böyledir: Postmodern öğreti Batının Usu reddeden nihilist bilinç alanlarında serpilir, ve Doğunun entellektüel varoşlarında, henüz bilgi ile, düşünce ile, felsefe ile tanışmamış köle bilinç alanlarında öykünülür.

PM’nin yaratıcıları genel olarak sol ve sağ ideolojilerin sözcüleriydiler. Aralarında eski Marxistler gibi eski Naziler de bulunuyordu. Geliştirdikleri şey yalnızca bir zamanlar bağlılık duydukları Büyük Anlatının yenilgisini Usun yenilgisi olarak formüle etmeye çabalayan grotesk bir söylemdi.

İnsan Gerçeğini toplumda aramak toplumun Tinin sonluluk alanı olması ölçüsünde mantıksal olarak Nihilizme götürür. Modern Tin alanı salt oluş süreci olma karakterinden ötürü sağlam hiçbirşeye izin vermeyen bir geçicilik tablosu sergiler. Postmodernizm Usu reddedişinde modernleşme sürecinde neyin ussal olduğunu göremediği düzeye dek onda yalnızca türlülüğü, ayrımı, parçalılığı vb. görür.

 
 
 
Postmodern bilinç "büyük anlatıların," genel olarak "ideoloji"nin geçersiz olduğunu anlamıştır. Ama postmodern tutum Yurttaş Toplumu kavramında yatan bir gerçek ile yüzleşmenin irrasyonalizme özgü bir yoluna döner. Yurttaş kavramı kurtarılma gereksiniminde olmayan, köle ya da serf olmayan, kendini kurtarmış, özgürlüğünün bilincine varmış, özgürlüğünü ve onda politik 'kendi'sini keşfetmeye başlamış bireyselliği anlatır. Ve henüz Kavramının tüm imlemlerinin bilincinden uzak olsa da, bu bireysellik modern varoluşunda kendini sürekli olarak yeni biçimlere doğru uyarlamakta, durup dinlenmeden değişmektedir. Ama postmodern bilinç bu olguyu, İstenç olan şeyin gizilliğini kavradığı için değil, gerçekte İstenç, Özgürlük, Us, Değer, Onur gibi belirlenimlerin olmadığını düşündüğü için kurtuluştan vazgeçen bilinçtir. Kendisi bir artığı olduğu ideolojiyi bilincinden silebilmiş değildir, onun terimlerinde ve ona bir tepki olarak düşünmeyi sürdürür. İdeolojiyi ussal olarak, Us olarak gördüğü için, ideolojiyi yadsımanın ancak usu yadsımakla olanaklı olabileceği görüşündedir. Ama Usunu ancak Usu yoluyla yadsıyabileceğini bildiği düzeye dek (örneğin Derrida'nın bile anlayabildiği gibi) kendi içinde bir bölünme, kendi kendisinden vazgeçmedir.
 

Postmodern 'durum' olarak düşünülen şey Yurttaş Toplumunun kesintisiz değişimi ile ilgisiz olan ve liberalist ya da kapitalist olduğu ileri sürülen 'durum'un kendisinden başkası değildir.

Postmodern bilinç insanlığın elinden bu kadarının geldiğini, felsefenin bir moron gevezeliği olduğunu ileri sürer. Bu bakış açısı için bütün bir Tarih bir hırs 'durumu'ndan başka birşeye varmaz. Tarih Usun kendisinden başka her itkinin, dürtünün at koşturduğu bir kaos bölgesidir. Ereksel bir süreç, ilerleme, gelişme gibi kavramlar tümü de Usu gerektirirler. Ama postmodern nihilizm için Us bir yanılsama, bir uydurmadır. Ya da, Heidegger'in keşfettiğini sandığı gibi, salt bir Söylem, salt bir Konuşmadır — ve üstelik boştur. Bunun tanıtı mı? Örneğin Derrida felsefe dediği metinlerde kendi bilincinde kurduğu yapısızlıklardan başka birşey görebilir miydi? Martin Heidegger Usun boşalttığı yerin ne tür bir Abbau tarafından doldurulabileceğini çok daha önce görenlerden biriydi.

 
 

Martin Heidgger ve Nazizm

...
Eylül, 1937, Nazi Partisi Toplantısı, Zeppelin Alanı, Nuremberg. Hitler'in resmi mimarı Albert Speer bir Sembolik Işık Katedrali yaratmak için dikey arama ışıklarını kullandı.  
"Bu arada bir devrime tanık olduk. Devlet kendini dönüştürmüştür. Bu devrim devletin ya da politik bir partinin bağrında önceden-varolan bir gücün ortaya çıkışı değildi. Ulusal-Toplumcu devrim, tersine, Alman varoluşunun köktenci dönüşümü demektir. ... Führer'in kendi sözlerine göre, devrim tamamlanmıştır ve evrime yer açmaktadır" :: "Meanwhile we have witnessed a revolution. The state has transformed itself. This revolution was not the advent of a power pre-existing in the bosom of the state or of a political party. The national-socialist Revolution means rather the radical transformation of German existence." Martin Heidegger.  
 
     
Postmodern bilincin ötesinde ve üstünde, Yurttaş Toplumu katılaşmış ve yerleşmiş bir yapı olmaktan çok bir süreç olarak, modernleşme süreci olarak, kesintisiz bir değişim süreci olarak henüz işinin ortasındadır. Bir "durum" olmaktan bütünüyle uzak, pekala bir "durumsuzluk" olarak görülebilir. Yurttaşın İstenci onun toplumsal varoluş biçimini belirleyen ve özsel olarak salt kendisi tarafından belirlenen, üstünde ve ötesinde daha öte bir güç olmayan saltık erktir. Anamalcılık denilen şey yalnızca o izin verdiği için, kazanç hırsını onun kendisi kendi içinde beslediği ve kendisi henüz kapitalist dürtüyü paylaştığı düzeye dek etkili olabilir. Bu durum yalnızca ve yalnızca sürecin bir süreç olmasından kaynaklanan kaçınılmaz bir aşamadır, ve bu düzeye dek yalnızca bir geçicilik, akışkanlık durumudur. Ama realitenin en sonunda Yurttaşın kendi Kavramının belirlenimini izlemek zorunda olduğu düzeye dek, modern Yurttaşın bir insan olarak gerçek belirleniminin, İstencinin bilincine varması, kendini sorgusuzca ait olduğunu sandığı kültürel biçime uyarlamak zorunda olmadığını anlaması, bu biçimin onun gerçek özgürlüğü ve değeri ile bağdaşmadığının bilincine varması — bu bilinç onun Realitesinin de değişmesi, özgürleşmesidir.
HEIDEGGER NEFRETİ
     
 
Heidegger insanı bir "Dasein" olarak, "oradaki-Varlık" olarak gördü. İnsanın saltık, evrensel, ussal bir varoluşu yoktu ve yalnızca sonsuza dek göreli kültürellik içine tutsak olmuş bir hiçlikti. Yalnızca "orada," yalnızca kültürünün içinde varolabilirdi. Orada biçimleniyordu, çünkü oraya atılmıştı ("geworfen"), ve yazgısı üzerinde bir denetimi yoktu. Bütün bu tür çıkarsamalar (ki Heidegger mantıksal çıkarsama yapmadığına inanıyordu) Usu (Logos) Söylem (Reden) yapmanın mantıksal vargılarıydılar. Bu bakış açısından, insan anlamsız bir varlıktı. Her bir birey kendi kültürü içine fırlatılmıştı ve bir evrensel Us olmadığına göre, bu yazgı sonsuza dek böyle olacaktı. Bireyin insanlık ile hiçbir bağı yoktu. Heidegger insanlığın bu kaçınılmaz görelilik durumunda Nazizmi gerçek Varlık olarak selamlamada bir sorun görmedi.
Heidegger and Nazism; Foto di Heidegger;
 
 

Heidegger

 

Jung 28 Şubat 1943 tarihli bir mektupta Heidegger üzerine Arnold Künzli’ye şunları yazar (Kaufmann, İnsanı Anlamak II, s. 148, İdea Yayınevi, 2009, II. Baskı.):

"Heidegger onlarla [bilinçsiz öznel önyargılar] diken diken olmuştur, şişirilmiş bir dilin arkasına boş yere gizlenmeye çalışmaktadır. ... Yalnızca ruhsağaltım üzerine bir seminere katıl, bu dilin nerelerde de işitilebileceğini öğrenceksin. ...

"Heidegger’in modus philosophandisi [felsefecilik yolu] baştan sona sinircelidir, ve en sonunda ruhsal yamukluğunda [twistedness] köklenir. Uzaktan ya da yakından akrabaları tımarhanelerde oturur, felsefi bir öfke üzerine kimileri hastalar olarak, kimileri de ruhsağaltımcılar olarak. Tüm yanlışlarına karşın on dokuzuncu yüzyıl Heidegger’in onun son temsilcisi olarak sayılmasından daha iyisini hak eder. Dahası, bu bütün entellektüel sapıklık ulusal bir Alman sorunudur. ... Tüm eleştirel çözümlemesine karşın felsefe henüz psikopatlarının kökünü kazımayı başaramadı. Psikiyatrik tanıyı niçin koyarız? O dırdırcı, o Kierkegaard da bu bölüme aittir. Felsefe henüz insanlar tarafından yapıldığını … ve korkutucu bir düzeye dek onların ruhsal yapılarına bağımlı olduğunu öğrenmek zorundadır. Geleceğin eleştirel felsefesinde “Felsefenin Psikopatolojisi” üzerine bir bölüm olacaktır. Hegel küstahlık ve kendini beğenmişlik ile patlamaya uygundur, Nietzsche’nin çiğnenmiş cinselliği damla damla akar, vb. Düşünme olarak düşünme yoktur; düşünme olarak düşünme kimi zaman tüm bilinçsiz şeytanların bir lazımlığıdır. ... Sık sık neyin düşünüldüğü onu kimin düşündüğünden daha az önemlidir. Ama bu özenle gözardı edilir. Sinirce her felsefeciyi çürütür, çünkü felsefeci kendisi ile geçimsizdir. Böyle durumlarda felsefe birinin kendi güvensizliğine karşı dizgeselleştirilmiş kavgadan başka birşey değildir [! nichts als].

"Bu sövgüleri bağışlayın! Bunlar benim hijyenik eğilimlerimden doğuyorlar, çünkü birçok genç kafaya Heidegger’in bulaştığını görmekten nefret ediyorum.”

Kaufmann'ın Jung alıntısında hiç kuşkusuz Jung'un bir düzeye dek kendi için de konuştuğunu görebiliriz. Sözlerinin sinirceli olduklarını duyumsamamak güçtür.

 
 
 
 

 

Derrida
 
 
  ‘Doğru yorum diye birşey yoktur.’

Postmodern tüzeciler evrensel olarak geçerli ilkelerin ve
nesnel yasal uslamlamanın varlığını yadsırlar.
Hiç kuşkusuz 'doğru yorum' diye birşey yoktur. Ve Postmodernizmin kendisi baştan sona yorum olduğunu kabul eder.

 
_
"Yapmaya çalıştığım şey Heidegger'in sorularının açışı olmaksızın olanaklı olmazdı. ... Ama Heidegger'in düşüncesine bu borca karşın, ya da daha doğrusu bu borçtan ötürü, Heidegger'in metninde ... metafiziğe ya da onun onto-theoloji dediği şeye ait olmanın belirtilerini saptamaya çalışırım."

"What I have attempted to do would not have been possible without the opening of Heidegger's questions ... But despite this debt to Heidegger's thought, or rather because of it, I attempt to locate in Heidegger's text ... the signs of belonging to metaphysics, or to what he calls onto-theology."
(Derrida, Positions, pp. 9-10)

Derrida Usa karşı entellektüel bir savaş yürüttü.

 

Derrida'nın "Metnin dışında hiçbirşey yoktur" sözleri hiç kuşkusuz "idealizm" sınıfına koyulabilecek bir ton taşırlar. Benzer olarak, Kant "anlak-kategorileri dışında yalnızca kendinde-şeyler" vardır diyordu. İnsan düşüncesi realitesini belirler, çünkü onu kendi belirlenimleri ile kurar, ve ancak bilgisiz bir budala bu kurgulamanın özdeksel dünyanın yaratılması gibi birşey olduğunu düşünebilir. İnsanın bilincinde ürettiği realitenin her bir belirlenimi onun öznelliğine ait birşey, bir duygu, bir duyu, bir kategoridir. Platon realitenin ideaların bir eşlemi, ve ideaların aynı zamanda Nousun da düşünceleri olduğunu düşünüyordu. Bu nesnel idealizmdi, ve sorun öznel ideaların realite ile örtüşmelerinin düzeyini ilgilendiriyordu. Kant herhangi bir tanıtlama ile değil ama yalnızca dikbaşlılığının gücü ile kendilerinde-şeyler dediği kategorilerin nesnelliği üzerinde diretti.

Derrida tüm realiteyi, varolduğunu düşündüğü biricik tözselliği "Metin" olarak saptadı. Yeni bir özgünlük doğuncaya dek bu artık günün modasıydı. Kimilerinin Metnin yerine Ekranın geçmesi gerektiğini ileri sürmeleri durumu fazla değiştirmedi. Ona göre insan bilincinin tüm öznel içeriğini Metinden türetiyordu. Derrida'nın anlamadığı ve göremediği şey Metnin kendisinin onun tarafından belirlenen ustan, o düşünme yetisinden, Logostan doğması gibi yalın bir olguydu. Derrida her dikkafalı gibi paradoksları görmezden gelmeyi, kendi yalanına inanmayı başardı. Budalalığın gözüpek bir yolda ileri sürülmesi sık sık derin bir bilgelik izlenimi yaratır. Ve batı Akademik dünyasının önemli bir bölümü bu fantezide yeni bir derinlik görerek bir kez daha karanlık metafiziksel sulara daldı. Bu metafiziği yaparken ironik olarak metafiziğe saldırdığı inancı içindeydi.

 
 
 

Nihilist ve pozitivist felsefeler bilgisayar programlarındaki viruslar gibidir, olumsuz bir yararları vardır, ve dizgenin açıklarını görmemizi sağlarlar. Tıpkı virusların bilgisayar ortamı ile aynı kodları kullanmaları gibi, bunlar da evrenselleri, kavramları, tasımları kullanırlar ve düşünce işlemlerimiz üzerinde düşüncenin kendi mantığını bozan etkilerde bulunurlar. Pekçok bireysel bilinçte tam bir bozulma yaparlar çünkü bu bilinçlerin kavramsal boşlukları vardır, onlara sunulan düzmece uslamlamaları sınayacak ölçüt ve yetkinlikleri olmadığı için bunları kendi uslamlamalarının dokusuna katarlar. Aradaki biricik ayrım bireysel bilincin dışarıdan aldığı ödünç bir savunmanın anti-virus programlarının tarzında etkili olmamasıdır. Yapılması gereken şey bu virusları karantinaya almak, onları unutmak değil ama her zaman anımsamaktır. Bunun için gerekli programları üretebilme, kendi anti-virusunu kendi üretme yetkinliğini kazanmak zorunludur.

 
 
 

‘Batı Felsefesi’ Nedir?

Avrupa'da felsefe bütününde değil ama yalnızca bir boyutunda Platonik geleneği izledi. Bu yüzden sık sık yapıldığı gibi Batı felsefesini klasik felsefe temeline bağlı bir felsefe olarak görmek saçmadır. Modern dönemin başında Descartes ile bir kez daha başlayan klasik-rasyonalist çizgi Spinoza ve Leibniz ile önemini kabul ettirdikten sonra Hegel'in felsefesinde tanıdığımız modern dizgesel biçimini kazandı. Ama modern Avrupa felsefeciliği yalnızca bu rasyonalist çizgiden daha çoğudur. İngiliz Görgücülüğü tam olarak bu rasyonalizmi hedef alan karşıt bir çizginin başlangıç noktasını oluşturur. Batı Tinini Klasik Tinden ayıran herşey felsefi olarak bu görgücü geleneğin çizgisinde temsil edilir ve eğer evrensel klasik felsefeden ayrım içinde "Avrupa Felsefesi" ya da "Batı Felsefesi" denebilecek birşey varsa, bu açıktır ki rasyonalist değil ama irrasyonalist felsefedir. Buna göre yalnızca pozitivizm değil, ama nihilizm de haklı olarak bu özgün "Avrupa Felsefesi" başlığa altına düşer. Ve Nihilizmin ve Pozitivizmin Platon'un idealizminin bir sürdürülmesi olduğunu düşünmek için moron olmak gerekir. Batı felsefesini John Locke ve David Hume, Nietzsche ve Heidegger, Karl Popper ve Wittgenstein temsil ederler ve tümünde ya rasyonalizmi ya da doğrudan doğruya felsefeyi ortadan kaldırma gibi açık bir hedefin saptanmış ve bildirilmiş olduğunu görürüz.

 

Klasik Felsefe Aristoteles'ten sonra ilk kez Farabi tarafından yeniden ele alındı.

Farabi
(Fusul al-Madani, Politik Belitler, § 31)

"Kurgul us bilimlerin ilkeleri olan evrensel zorunlu öncüllerin pekin bilgisini (örneğin bütünün parçalardan daha büyük olduğu, ya da aynı niceliğe eşit niceliklerin birbirlerine eşit oldukları gibi bilgilerimiz) araştırma yoluyla ya da andırım yoluyla değil ama doğal olarak kazanan bir yetidir. Bu ilkelerdendir ki insan yola çıkar ve insan becerisi olmaksızın varolan kurgul olguların geri kalanının bilgisine ilerler. Bu us kimi zaman gizilliktedir — bu ilk ilkeler ona belirtik olmadığı zaman; ama belirtikleştikleri zaman, edimdeki us olur ve yatkınlığı onun için hazır olanı üretecek denli güçlüdür."

 
     

Aydınlanma görgücülüğü Batı pozitivizminin ve nihilizminin ortak temeli midir?

"Batı Felsefesi"nin en iyi temsilcisini Descartes ve Spinoza'da, Leibniz ve Hegel'de bulduğunu söylemek güçtür.

Ama eğer Batı akademik kültürünün karakterini dikkate alırsak, açıktır ki bu pozitivizmde olduğu gibi nihilizmde de böyledir....

Kuramsal Pozitivizmin köklerini Aydınlanmanın görgücülüğünde (Locke, Hume vb.) ve özdekçiliğinde (Hollbach, Le Metrie vb.) bulduğunu anımsayabiliriz. Moral Nihilizmin kökleri de benzer olarak aynı görgücü düşünürlere dek uzanır, çünkü bunlar Yararcılık gibi geçersiz bir ahlak felsefeciliğine yönelmiş olsalar da, bunda kullandıkları "haz ve acı" ölçütleri (Hume) moral göreciliğin ve dolayısıyla nihilizmin gerçek temellerini oluştururlar. Erken görgücülerin (= kuşkucuların) ilkelerinden doğacak asıl vargıları çıkarsamamış olmaları yalnızca kötü felsefecilik yaptıklarını gösterir. Ama kuşkuculuğun kendisinin moral nihilizmden başka bir sonuca götürmeyeceğini anlamak güç değildir. PM nihilizmin etkili olması yalnızca hiçbir utanma ve sıkılma duymadan bu göreciliğin vargılarını açıkça ortaya koymasında yatar.

     

 

 
 

 

Yapısızlaştırma (Yapı Bozumu, Yapı Sökümü vb.), ya da "il n'y a pas d'en dehors du texte."

"Metinde olan, sık sık tam olarak diluzluğu öğelerini dilbilgisi öğelerine karşı oynayan yapılar olacak olan öğeler aracılığıyla metnin içerisinde bir soru oluşturmak ya da metinde yapılan önesürümleri geri almak olanaklıdır" (de Man, Moynihan'da, 1986, s. 156). Böylece, bu yolda görüldüğünde, " 'yapısızlaştırma' terimi ilk olarak bir metnin 'ilineksel' özelliklerinin onun 'özsel' olduğu varsayılan iletisine ihanet ediyor, onu deviriyor olarak görülebilme yoluna göndermede bulunur." (Rorty 1995). ('İlineksel' sözcüğü genellikle burada 'raslantısal' anlamında yorumlanır.)

"It's possible, within text, to frame a question or to undo assertions made in the text, by means of elements which are in the text, which frequently would be precisely structures that play off the rhetorical against grammatical elements." (de Man, in Moynihan 1986, at 156.) Thus, viewed in this way, "the term 'deconstruction' refers in the first instance to the way in which the 'accidental' features of a text can be seen as betraying, subverting, its purportedly 'essential' message" (Rorty 1995). (The word accidental is usually interpreted here in the sense of incidental.) Kaynak.

Yapısızlaştırma herşeyden önce sözcüklerin kavramları ile ilgilenmeden yalnızca semantik düzlemde işler, çünkü Kavram baskıcı, ve Us egemenlik usudur. Sözcükler, kavramların saltıklığının tersine, dışsal bağlantılara, anlamdaşlara, ve giderek öznelere bağlı çağrışımlara da açıktırlar. Kavramın zorunluk olan özgürlüğü ile karşıtlık içinde, saltık gevşeklik anlamında özgürdürler. Her sözcüğe özgü bu ikincil anlam dalları özgün metni bozan etmenlerin kendileridir. Bir metnin 'ilineksel' özellikleri hiç kuşkusuz onun 'özsel' iletisine aykırı, giderek onu bozucu olabilir. Böylece kavramsız yapısızlaştırmanın bütün bilgeliği eristik bir oyundan daha çoğuna varmaz. Heidegger de "Destruktion" ile benzer bir amacı hedefler ve yalnızca yaptığı şeyin adını "varlıkbilimsel kavramların yokedilişi" olarak açıkça koyar. "Varlıkbilimsel kavram" dediği şey kafasında hiç kuşkusuz çok az açıktır, ve onun için ilk Destruktion edimi budur. "Yoketme" aşağı yukarı birşeyin fiziksel varlığına son verme olarak anlaşılır. Kavramların genel olarak, belirlenimsiz olarak, saltık olarak görüldüklerinde yokedilmeye karşı saltık dirençleri olduğunu anlamaz, çünkü saltık olmanın ilişkisizliği, soyutlamayı belirttiğinin bilincinde değildir. Soyut olanda ise sökülecek, bozulacak hiçbirşey yoktur. Arı olanı bir kez daha ayrıştırmak olanaksızdır. Heidegger Dekonstruktion ediminin kendisinin kavramı varsaydığını, öngerektirdiğini de düşünemez. Eğer Kavram yapısız olsaydı o yapısızlaştırma ediminin gereği ne olurdu!

"Yapısızlaştırma bir eleştirel düşünce projesidir ki, görevi bir düşünce dönemi için belitler ya da kurallar olarak hizmet eden kavramların, bütün bir metafizik çığırının açınımını buyuran kavramların yerini saptamak ve onları 'parçalamak'tır. 'Yapısızlaştırma' Heidegger'in ya da Nietzsche'nin 'yoketme' ya da 'tersine dönme' terimlerinden biraz daha az olumsuzdur; metafiziğin belli temel kavramlarının hiçbir zaman bütünüyle ortadan kaldırılamayacağını düşündürür. ... 'Metafiziğin' ya da metafizik dilinin yalın bir 'yenilmesi' söz konusu değildir." David B. Allison (Derrida'nın ilk çevirmenlerinden biri). "Deconstruction] signifies a project of critical thought whose task is to locate and 'take apart' those concepts which serve as the axioms or rules for a period of thought, those concepts which command the unfolding of an entire epoch of metaphysics. 'Deconstruction' is somewhat less negative than the Heideggerian or Nietzschean terms 'destruction' or 'reversal'; it suggests that certain foundational concepts of metaphysics will never be entirely eliminated...There is no simple 'overcoming' of metaphysics or the language of metaphysics." David B. Allison (an early translator of Derrida). Kaynak.
 
 
 

Metafizik nedir, Yapısızlaştırmanın hedefi olmanın dışında?

Felsefe ile ilk kez buluşan bilinç bir kural olarak başedemeyeceği söylemler karşısında kalmıştır ve bir kural olarak düşüncenin nesnelliği konusunda hazır olmadığı için yargılarını kaçınılmaz olarak öznel, ruhbilimsel, kişisel, kültürel, giderek yetkeci etmenlere dayandırır. "Metafizik" üzerine saldırı böyle duyusal bilincin önüne atılan en etkili yemlerden biridir ve bu bilinç bu saldırılarda kendini bulduğu için tuzak her zaman başarılıdır. Pozitivizm metafiziği yoketme sloganı ile başlamıştı, ve elinde 'deney' dediği şey ve sayılar ile bu hayaletin üzerine saldırdığı zaman kendisinin bir tür metafizik yaptığını, aslında 'deney' dediği şeyde gerçekte kavramlardan başka birşey ile ilgilenmediğini ve 'sayısal' dediği şeyde yine aynı fizik-ötesi nicelik alanında kaldığını anlamıyordu. Pozitivizmin kendisi sözcüğün gerçek anlamıyla bir metafizikti — ve üstelik olabilecek en naiv türlerinden biriydi. Şimdi yine bir tür Destruktion ile silahlanmış olan postmodernizm yeni bir metafizik türü olarak ortaya çıkmıştır ki, eğer sözcüğün herhangi bir biçimde kuramsal düşünceyi anlattığını kabul edersek, kendini en sığ metafizik örneklerinden biri olarak sergiler.

"Metafizik" ile anlaşılan şey pozitivizm tarafından sık sık modern bilimin görgül yöntemi karşısında suçlanır ve yargılanır. Ama bu görgül yöntemin kendisi, aslında dayandığını sandığı gözlem ve deneyimin kendisi kavramsaldır ve sonuçları her durumda kavramsal bağıntılardan başka birşey değildir. Düşünceyi anlamayan ve her nedense ondan (kendisinden) kurtulmaya çalışan olgucu, görgücü ya da özdekçi bilincin kendisinin bu bilimlerin alanında özsel olarak düşünmekten başka birşey yapmadığını görmek bu bakış açılarının sorunlarını nasıl banal bir düzlemde aldıklarını anlamak için yeterli olmalıdır. Postmodernizm usu bütüncül yadsıyışında sık sık metafiziği us/logos anlatımı yerine kullanır. Kültürde us düşmanı eğilimler yaygındır. Bu düzeye dek pozitivizm ve postmodernizm daha kendilerini ortaya koymadan hazırlanmış zeminler üzerine yerleşirler. Ve bu irrasyonalist zemini sık sık kültürün en sapık boyutları ile paylaşırlar — gizemcilik ile, boşinanç ile, ve Foucault vb. durumunda görüldüğü gibi mollalar ile.

Metafizik sözel olarak "fizik ötesi" olanı anlatır, ve eğer fiziksel olanı özdeksel olan olarak anlarsak, metafizik özdeksel-olmayan ile bağlanır. Ama düşünce özdeksel değildir, gerçi özdekçi düşünürler düşüncenin, tinin, giderek ruhun vb. özdeksel olduğunu düşünmüş olsalar da. "Metafiziği" yendiğini sanmanın en etkili yolu hiç kuşkusuz özdekçilik olarak görünür. Ama gene de özdek 'kavramının' kendisi özdekçiliği özdekçilik yapan şeydir. Bu öznel bakış açısı geriye fiziksel/özdeksel olmayan hiçbirşey kalmadığını sanır — ama bir bakış açısı olarak kendisi kalmıştır. Analitik Anlak kendi soyutlamalarında kurgular üretmeyi sever ve başarır, ve bunun metafizik olmadığı sanısı içindedir. Ama o zaman bu düşünce fobisi ile felsefeyi, bilimleri, genel olarak tinsel herşeyi bir yana bırakmak gerekir. Gerçekten de başkaları arasında Heidegger'in, yapısızlaştırmacıların ve postmodernistlerin de yapmak istediklerini söyledikleri şey budur.

Doğanın ve Tinin ilkesi olarak Logos. Metafizik kavramı, sözcüğe yüklenen kültürel anlamlardan bütünüyle ayrı olarak, ve yalnızca her birimizin kendi düşüncesinin söylediğini göreceğimiz gibi, fiziksel olmayanı, özdeksel olmayanı anlatır. Bu düzeye dek hiç kuşkusu tinsel olanı kapsar, çünkü tinsel olan özdeksele (insan sinir dizgesine) bağlı olmasına karşın özdeksel değildir. Bir melodiyi ileten şeyin havadaki ses dalgaları olmasına karşın, melodinin kendisi bir tinselliktir. İnanç, düşünce, algı, duygu, yasa vb. — tümü de tinselliklerdir. Bunu görgücü ve kuşkucu düşünürler bile kabul etmede duraksamazlar. Ama postmodernisti (ve daha eski olan pozitivisti) metafizik ile rahatsız eden şey özellikle tinsel olanı kapsaması değildir. Metafizik tinsel olmayan Logosu da anlatır — uzay ve zaman ile göreli olmayan saltık Kavramı. Felsefenin konusu ne Doğaya, ne de Tine sınırlı ve göreli olmayan, görüngüsel olmayan Ustur (Logos, Nous). "Varlığın" kendisi duyusal bir Doğa cismi olmadığı gibi, tinsel bir belirlenim de değildir. Çünkü — örneğin yine Heidegger'in her zaman kendisinden başka birşey olarak anlamaya çalıştığı bu Kavram — semantik olarak ilkin kendisinden başka hiçbirşeyi anlatmaz. Ona şudur ya da budur dersek, onu kendisi olmayan birşey yapmış oluruz. Ve bu önerme biçimi bile felsefi düşünceyi doğrudan doğruya diyalektiğe götürür, çünkü Kavramda ona dolaysızca ait değil görünen bir olumsuzun varlığını imler.

Kavramların kavramlar olarak irdelenmesi, düşünülmesi Metafizik olarak düşündüğümüz şeydir. Ama sözcüğün semantiği anlatması istenen şeye uygun değildir, çünkü tinseli de kapsar. Hegel Metafiziğin Mantık ile, arı kurgul felsefe çakıştığını söyler. Gerçekten de Mantık sözcüğünün kendisi Logosu anlatır, ve Doğa ve Tin alanlarından soyutlamayı kapsar. Metafizik Varlığın, Realitenin vb. doğasını inceler demek yeterli değildir. Varlğı (ki 'realite' ile denmek istenen sık sık budur) inceleyen şey ontoloji ya da varlıkbilim adını alır ki, Mantık Biliminin yalnızca bir bölümü olarak kendi başına duran bir inceleme alanı değildir. Ama bu tür ayrımlar "realitenin doğası"nı sorgulayan uyurgezer felsefecinin dikkatinden kaçar.

Derrida'nın kendisinin "Metnin dışında hiçbirşey yoktur" anlatımı kendi açısından güzel bir metafiziktir, çünkü metnin kendisi duyusal-özdeksel birşey olmadığı gibi, metnin tinselliğinin kendisinin, insan yapısı olması olgusunun da soyutlandığını imleyebilir. Ama Derrida "dile" ait olmayan nesnelerin varlığını doğrulayamaz.

Metafizik sözcüğünü Aristoteles kullanmamıştır. Sözcüğü ilkin Rodoslu Kütüphaneci Andronikus Aristoteles'in yapıtlarını sınıflandırmada kullanmıştır ve sözcük kesinlikle ayrı bir felsefe alanı ya da bölümü olarak amaçlanmamıştır. Andronikus'un yaptığı şey salt biçimseldir ve kendisinin de bilincinde olduğu gibi özsel olarak geçerli değildir. Andronikus'un "ta meta ta physika biblia" anlatımı "fizik [kitaplarından] sonra gelen kitaplar" demektir.

 
 
 
Foucault:
Boşinancın Devletini Kutlamak
Despotizmi, giderek Tiranlığı Özgürlük olarak görmek olanaklı mıdır? "Görmek," "sanmak" olanaklıdır. Ama düşüncenin ciddi olarak bozulmuş olmasını, sökülmüş, yapısızlaşmış olmasını gerektirir. Postmodernizmin eleştirisinde olanaksız olanaksızdır. Çünkü Heidegger'in felsefeyi etimolojiye indirgeme tutkusu ile uyum içinde, "Reden" üzerine dayanır, "Vernunft" üzerine değil.
 
 
 

Heidegger'in bir başka yapısızlaştırıcı öğrencisi Michel Foucault Kavramların "toplumsal kurgular" olduğunu ve Us ve Usdışı arasında hiç de özsel bir ayrım olmadığını düşünüyordu. Humeyni'nin bir tür "gizemci aziz" olduğunu ileri sürdü ve onun "politik tinselciliğini" İran'ı küresel anamalcılığın modernleştirici güçlerinden kurtararak doğal köklerine bağlayacak bir girişim olarak gördü. İran despotizmini gözlemlerinden onun Batının bürokratik ve özdekçi uygarlığına karşı bir almaşığın habercisi olduğu sonucunu çıkardı.

Kültürel görecilik ya da kültürel çoğulculuk için bu tür tikelleştirici vargılar mantıksaldır ve postmodernist düşünürlerin kişisel yeğlemeleri ya da kişisel görüşleri değildirler. Moral görecilik postmodern öncülün kaçınılmaz vargısıdır ve modern dünyanın koşullarına uyarlandığında onu antikçağ Sofistlerinin yokedici vargılarından ayırdeden şey paradoksal olarak her tür Büyük Anlatıya izin vermesinde yatar. Ama Büyük Anlatıların görelilikleri onlardaki 'büyüklüğü' uçurur ve tümünü birer Küçük Anlatı yapar. Bu düzeye dek postmodern mantık bir iki Büyük Anlatı yerine yalnızca birçok Büyük Anlatı geçirmekten başka birşey yapmamıştır.

 

_
Soraya (Süreyya). Bir yaşamın fragmanları  
Postmodern bakış açısı, Heidegger'in Usu (Logos) Söylem (Reden) yapan özsel savı ile uyum içinde, fiziksel olgusallık gibi tinsel olgusallığı da bir tür toplumsal ve dilbilimsel kurgu olarak yorumlar. Bilimsel denilen kuramlar nesnel olmaktan bütünüyle uzak kültürel, öznel kurgulamalardır, ve yalnızca başat ideolojileri yansıtan simgesel yapılar kapsarlar. Bilimsel evrensel gerçeklik bir uydurmadır (giderek pi sayısı bile Foucault'nun anlatımıyla toplumsal bir kurgudur). Foucault bu kurgu kuramını doğru uyguladı ve tüm kültürlerin eşitliği temelinde İran'da despotik molla rejimini modernleşmeden kurtuluş olarak coşkuyla savundu. Postmodernizmin Tarih için ileri ya da geri gibi yönleri yoktur. Kültürel çoğulculuk kuramının sunduğu eşitlikten molla rejimi yararlanırken, modernleşme girişimine bu ayrıcalık tanınmaz. İran tarihsel, kültürel güzelliğini modern dünyanın ışığında yeniden yaratmayı başaramadı.

 
 

Postmodernizm hiç kuşkusuz saçmadır ve çürütülmesi neleri gözden kaçırdığını görmekle ilgilenmenin dışında can sıkıcıdır. Ama postmodern eğilimin modern bilincin hangi düşüncesiz, mantıksız alanlarına ve hangi uslamlamalar yoluyla yerleşebildiğini saptamak daha ilginçtir. PM bilinç felsefede değil, ama yazın ve toplumsal bilimler denilen alanlarda ve özellikle ABD gibi çok-kültürü ülkelerde etkilidir.

Postmodern bakış açısı için insanın özsel bir doğası olmadığına göre Eğitim evrensel, nesnel, ussal olmamalı, bir çocuğun içine doğduğu kültüre, sınıfsal, ırksal, eşeysel vb. kimliğine uyarlanmalıdır. PM kuram Hint Kast dizgesi, sapık inanç biçimleri, despotik kültürler, vb. için de geçerlidir, çünkü bu irrasyonalizm için kültürel eşitliği bozacak evrensel bir ölçün yoktur. Ölçülecek nesne kadar ölçün vardır.

 

Postmodern bakış açısı Batının ilerlemediğini, aslında bir bozulma durumunda olduğunu ileri sürer ve bunu bu kültürün bir zayıflığı olarak ileri sürer — sanki ilerlemeyi savunuyormuş gibi, sanki Usu ve Erekselliği doğruluyormuş gibi. PM sık sık gerçekten de bir boş-söylem olduğunu gösterir, böyle önesürümlerde kendini çürüttüğünü düşünmez. Tüm kültürler eşittir. Ama kimileri değildir. Tüm gerçeklik görelidir, ama PM gerçeklik değil.

PM bakış açısı aynı zamanda kavramların toplumsal kurgular olduklarını, bilim ve uygulayımbilimin toplumsal olarak belirlendiklerini de ileri sürer. PM önesürümler tek bir mantıktan, ama birçok özençli bireysellikten doğarlar. Aralarındaki tutarsızlık ya da çelişkileri, giderek PM mantığın (ya da mantıksızlığın) kendisi ile çelişkileri görmek dünyanın en kolay işidir.

 
 

Foucault insan özgürlüğünü derinde yatan bir köleliği gizleyen bir yanılsama olarak gördü. Öznenin onu biçimlendiren törelliğin, toplumsal normların bir ürünü olarak görülmesi kendinde daha başından eleştirel bir ton kapsıyor görünür. Çünkü bu belirlenim bir toplumsal denetim düzeneği olarak görünür ve buna göre gerçeklik öznenin kendisine değil, ama ona dışsal güçlere ait bir dayatmadır.

 

 

 
     

Foucault bilgiyi bir arkeolog gibi araştırdı, düşüncesiyle değil, ama başka şeylerle. O ayrımsayıncaya dek, hiç kimsenin Énoncé üzerine fazla düşünmemiş olduğunu buldu. Bu duyuru ya da bildirim (énoncé) nedense o güne dek felsefecilerin gözünden kaçmıştı. Oysa sözlere, konuşmalara, önermelere vb. anlam veren gizemli etmen buydu. Foucault bir bakıma nihilizmde eksik olan anlamı bulmuştu ve ayrımsamadan nihilizminin temellerini çürütüyordu. (PM nedense ciddi olmaya izin vermez). Ama Foucault buna aldırmadan Kavramın, Usun, Gerçekliğin, Düşüncenin vb. göreli, toplumsal kurgular olduklarını da keşfetti. Böyle saçma sapan şeyler dilin görüngülerinden daha çoğu değildiler ve kendilerinde anlamsızdılar. Anlamlarını énoncé sağlıyordu.

Derrida bile Foucault'yu Aydınlanmayı eleştirirken Aydınlanmanın değerlerini ve ölçünlerini kullandığını görüyordu, üstelik Derrida’nın kendisi Usu eleştirirken Usu kullandığını gözden kaçırsa da. PM kamp neşeli bir kamptır.

Foucault sık sık insan Özgürlüğüne güçlü bir inancı olduğunu ve felsefesinin iyimser bir felsefe olduğunu belirtirdi. Ama aynı zamanda 1979'da İran'a yaptığı iki geziden sonra mollaların rejimini İran'ın kültürel köklerine dönmesi olarak selamladı. Daha sonra eşcinsellik ve sadomazoşizm altkültürlerine katıldı (KAYNAK) ve 1984'te Paris'te AIDS bağıntılı bir hastalıktan öldü (KAYNAK).

     
_
Foucault'nun İran üzerine yazdıkları yanlış hesaplamalar olarak ya da kuramı ile ilgisiz sapmalar olarak görülmemelidir. Çok-kültürlülük PM göreciliğinin en tutarlı çıkarsamalarından biridir ve evrensel bir standardın yoksayılması zemininde tüm kültürlerin eşit değerde oldukları çıkarsaması üzerine dayanır. Ama aynı zamanda Foucault'nun İran Devrimi olarak görülen şeyi bir tür 'büyük anlatı' olarak savunması belki de entellektüel güçlerinin bir zayıflığı olarak alınabilir. Dahası, bir dostu olan Jeannette Colombel'e göre İran despotizmini savunmasının tartışılması ve eleştirilmesi özgürlükçü ve iyimser Foucault'yu derinden "yaralamıştı" (KAYNAK; "wounded him"). Foucault kitle şehitliği üzerine vurgu getiren İranlı Şiiler için coşkulu bir hayranlık duyuyordu (KAYNAK; "mass martyrdom"). Hiç kuşkusuz İran'da olanları kendi özgürlük ve iyimserlik felsefesine uygun olgular olarak gördüğü için savundu. Sorunu açıkça baskı, boyuneğme, bağnazlık, şiddet vb. gibi nitelikleri ile bütünüyle gün ışığında olan bir kölelik ve korku rejimini bir özgürlük rejiminden ayırdedememede yatıyordu. Bu apaçık bir moronluktur, ve her örneğinde ancak entellektüel bayağılık üzerine dayanabildiğini gösteren PM kuramcılık için şaşırtıcı görülmemelidir.
 
 
_

Foucault "Şah Zamanın Yüz Yıl Gerisindedir" :: "The Shah Is One Hundred Years Behind the Times" başlıklı bir makale yazdı. Ama yüz yıl geride olmak istenmeyen birşey olduğu için değil, tersine yeterli olmadığı için. Buna göre Tarihin bin yıl kadar daha gerisindeki köklerine ulaşmaya çalışan bir mollalar devrimini destekledi. Ayrıca bu noktada da kültürel göreliliğini unutarak ileri ve geri gibi ayrımlar getirdi. İran Şahını zor yoluyla modernleşme ve laikleşme politikasında eleştirmekle kalmadı, ama bu tasarı (yine bir postmodernist tutarlılıkla) geriye dönük ve arkaik buldu (KAYNAK "retrograde"). Kadınlar ile ilgili olarak da mollalar rejimini savundu ve "haklar açısından bir eşitsizlik değil ama bir ayrım olacağını, çünkü doğal bir ayrım bulunduğunu" yazdı (KAYNAK "inequality"). İran'da "political spirituality" özel bir önem taşıyordu ve bu tinsellik Batıda modern dönemin başlangıcında yitirilmişti. (Bir başka kaynak).

Foucault'nun PM gözlükleriyle göremediği şey İran'da sorunun Şahın mı, yoksa Mollaların İstencinin mi egemen olacağı ile ilgili olmadığı olgusuydu. Her iki almaşık da Özgürlük ile bağdaşmıyordu, her ikisi de İran tini için bir ayrım anlamına gelmiyordu, çünkü İran tininin kendisi Özgürlük tini değildi. Sorun bu tinin kendisinin henüz Özgürlük ile tanışmamış olmasıydı. Bu durum bugün değişmiş değildir ve Dünya Tininin çözmesi gereken buna benzer sayısız sorundan biridir.

Şah ve Süreyya.
Şah modernleşmenin bir Duyunç Özgürlüğü sorunu olduğunu, yenileşmek için, geleneğin dinginliğini kırarak değişmek ve gelişebilmek için, uygar olabilmek için herşeyden önce bir kültürün bireylerinin kendi duyunçlarını ve istençlerini kazanmaları gerektiğini düşünemezdi. Bir Doğulu olarak işini şiddet yoluyla görmeyi seçmek zorundaydı. Ama modernleşmek için dayandığı şiddet geleneğin daha büyük şiddeti tarafından yenildi. Bugün İran kadınlarının temel insan haklarının çiğnenmesi erkekler durumunda olduğundan bir kat daha kötüdür, çünkü İran Devleti bir dinadamları sınıfı olan erkek mollaların kaprisidir. İran örneği İslam Dini ile ilgili bir sorun değildir, çünkü İslam dini doğaüstü güçlerle donatılı, doğaüstü ile iletişim kurabilen bir dinadamları sınıfını tanımaz. İslam için her dindar birey kendi kendisinin imamıdır. İran rejimi en sonunda İnancın değil ama Boşinancın güdümündedir.

 
 
 
"Gene de, [Çin] Kültür Devrimi hiç kuşkusuz nüfusun belli öğeleri ve belli başkaları, partideki belli öğeler ve belli başkaları arasındaki, ya da nüfus ve parti vb. arasındaki bir savaşımı sunuyordu. Şimdi beni İran'da etkileyen şey değişik öğeler arasında hiçbir savaşımın olmamasıdır. Ona böylesine güzellik ve aynı zamanda böylesine ciddilik veren şey yalnızca tek bir çatışmanın olmasıdır: Bütün nüfus ile onlara silahları ve polisi ile gözdağı veren devlet gücü arasında." "All the same, the Cultural Revolution was certainly presented as a struggle between certain elements of the population and certain others, certain elements in the party and certain others, or between the population and the party, etc. Now what struck me in Iran is that there is no struggle between different elements. What gives it such beauty, and at the same time such gravity, is that there is only one confrontation: between the entire people and the state power threatening them with its weapons and police." (KAYNAK)

_


"Dayereh" (ya da "Daire") İran kadınlarının sürekli bir hapis yaşamı olan yaşamlarını konu alır.
İran'da kadınlar 'birinci' sınıf yurttaşlar olan erkeklerin arkasından ikinci sınıf yurttaşlardır. Kamu önünde şarkı söylemeleri ya da dans etmeleri yasaktır. İzin almaksızın yolculuk edemezler.

 

İran halkı savaşımsız, kavgasız, karşıtlıksız bir kardeşlik birliğidir. Ya da en azından Foucault böyle düşünür. Foucault'nun yukarıdaki satırları sıradan anlağın kendini aldatma çabasının nereye dek varabileceğini göstermesi açısından çarpıcıdır. Ama bunlarda despotizme karşı derin bir duyarsızlık ve değişime karşı kararlı bir düşmanlık da yatar. İran halkı içinde, yani mollaları ve sıradan insana kapsayan bir kitle içinde hiçbir savaşımın olmadığını düşünmek bu kültürde despotizme hiçbir karşıtlığın olmadığını düşünmektir. Foucault'nun bu çözümlemeleri toplumbilimsel çözümlemeler olarak kabul edilir. Ve bunları üreten kişi bilgiyi toprağı kazarak bulduğunu ileri süren, özgürlüğe derin bir inancı olduğunu bildiren biridir. "Değişik öğeler" arasındaki savaşım özgürlük ve kölelik arasındaki savaşım olacaktır. Ama İran halkı henüz bu ayrışmaya girmemiştir. Foucault'yu çarpan, ama ona iyi gelen şey bu karşıtlığın bulunmuyor olmasıdır. Aşağı yukarı bütün bir nüfusun mollaların diktatörlüğüne uysalca boyun eğmesidir. Bir Şii topluluğunda mollalar (imamlar) bireyler ve Tanrı arasında aracılık yapan kutsal kişilerdir. İnsanların Duyunçları, onlara doğruyu ve eğriyi, iyiyi ve kötüyü söylemesi gereken bu tanrısal yeti dünyasal dinadamlarının ellerindedir. İran halkına ruhunun kendisinde, en içinde Özgürlük yasaklanmıştır. Ve buna izin veren şey Foucault tarafından da paylaşılan aynı bilgisizliktir. İstenci Duyunçta bastırmak, insanın sonsuz içselliğinin açığa çıkmasına daha başından engel olmak en etkili köleleştirme yöntemidir. O zaman bireyin bir Ben olduğunu, Kişi olduğunu anlaması en etkili yolda durdurulmuş, insan bir çocuk gibi bağımlı olmaya terbiye edilmiş olur. Duyunç özgürlüğü İstenç özgürlüğünün vazgeçilmez öncülüdür. Ve İstenç insanın Hak, Ahlak, Törelliğe yetenekli bir varlık olduğunun belgesidir. İran'da insana varoluşunun bu üç düzlemi de kapalıdır — Hakları kısıtlanır, iç Ahlakının, Duyuncunun gelişmesi bastırılır, ve Törelliği, yaşam-dünyası ona dışarıdan hazır verilir ve dayatılır. Kölelik ne yazık ki henüz tüm Doğu gibi İran'ın da kültürüdür. Ve postmodernist için tüm kültürler eşit, ve özgür Batı toplumları ise daha az eşittir. Foucault'nun İran Devrimini "kültürel köklere geri dönüş" olarak kutlayan çözümlemeleri insanlığın bilgisizlik hazinesinin enteresan bir bölümünü oluşturur.

 
 
 

Paul De Man

_ Heidegger'in hayranları arasında Belçika'nın işgali sırasında Nazilerle işbirliğı yapmış ve pro-Nazi bir gazete için yazınsal denemeler kaleme almış olan Paul de Man da vardı. Paul de Man yazılarında Yahudilere saldırdı ve deportasyonu Yahudi probleminin çözümü olarak önerdi. Savaştan sonra de Man Yale'e geçti ve orada yapısızlaştırmacı yazınsal eleştirinin "Yale Okulu"nu kurdu.
 

 

 
 

Jean-Paul Sartre

_

İnsanın gerçeği, bilgiyi ortaya çıkarmadan önceki yanılsamaları onun bilgisinin kaynağıdır. Gerçek olan yanlış olandan doğar. Ama bilgi ve gerçeklik bir kez kavrandıktan ve kazanıldıktan sonra, aynı yanılsamalar daha önceki değer ve anlamlarını yitirirler, cansıkıcı, giderek kızdırıcı olurlar. Sartre gibi düşünürlerde her zaman asıl kaygının bilgiden başka birşey olması gibi bir hava vardır. Usu yadsımalarının sonucunda, Bilginin doğasını kavrayamazlar, bakışlarının hedefi bulanıktır, neyi istediklerini anlayamazlar. Onlarda kültür bir gelişme olmaktan çıkar, bir türlülük olur. Us bir yanılsamalar uzayında kazanabileceği olanaklı her şekli üretme çabasına girişir. Eğer Yanlış, Yanılgı, Yanılsama diye birşey varsa, bunların kütlesi modern dönemde daha önceki çağlardan hiç biri ile karşılaştırılamayacak denli artmıştır. Ve varoluşçuluk Usu yadsımanın olanaklı her vargısını çıkarsama çabasında aynı kuşkucu-nihilist karakteri paylaşan milyonlar tarafından desteklenmiştir. Bu bilinç alanı tarih olurken, geride insan budalalığının anıtları ile doldurulmuş yitik zamanlar ve yitik ormanlar kalır.

Bir Öz, bir Saltık olmadığına göre Birey zorunlu bir belirlenimden bağışıktır ve bu anlamda SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ gibi birşeyden yararlanabilir. O zaman Varoluşunu kendi istediği gibi belirleyebilir ve bunun biricik sorumlusu kendisidir. Peygamber ya da Tiran, İyi ya da Kötü olabilir. Bunları yargılayacak bir ölçün, bir ÖZ yoktur.

 

 
 
 
Nihilist irrasyonalizmin Özgürlük kavramını görelileştirmesi ideolojiye dönmesi için uygun zemini hazırladı. Sartre da Marxizmi, Stalinizmi ve Maoizmi ve aynı zamanda Özgürlüğü savunmada bir tutarsızlık görmeyenler arasındaydı. Giderek Şiddetin "arındırıcı gücünü" yüceltmede bile duraksamadı (Frantz Fanon's The Wretched of the Earth başlıklı kitabı için (1961) yazdığı Sunuş yazısında). Sartre gibi, Heidegger gibi, ve daha başka pekçokları gibi kültürlü kafaların Özgürlük kavramına yabancı olduklarını, böyle konularda tam bir bilgisizlik içinde olduklarını düşünmek hiç kuşkusuz doğal bilincin yapabileceği birşey değildir, çünkü bu bilincin kendisi bu kavramların bilgisinden yoksundur. Aslında Sartre ve benzerlerinin, giderek bütün bir ideolojik entellektüalizmin doğal bilinç üzerinde etkili olmalarının olanağı ve güvencesi bu eğitimsiz bilincin dirençsizliği ve zayıflığıdır. Ve bu zayıflık, bu Felsefesizlik ve Kavramsızlık sürdükçe bu bilinç entellektüel kaprisin, demagojinin ve ideolojinin beslenme zemini ve oyun alanı olmayı sürdürecektir. Bir kitle tabanı bulan her kurgulama kendi varoluşu için gereksindiği güvenceyi kazanır ve modern kültür alanında her tür düşünce sapıklığı için de milyonlar bulmak olanaklıdır. Kim bu görelilik alanının ortasında saltık olanı bulduğunu düşünebilecektir? Doğal bilinç mi? Ve gerçek bir standardın olmaması durumunda, kim bu görelilik ortamında görüşlerin doğruluğunu ileri sürebilecektir? Kendini ileri sürmenin kendisi göreliliğin, bir ölçünler çokluğunun yadsınması değil midir? Felsefesiz, Kavramsız bilinç böyle paradokslarına gülüp geçer.
 
 
 
 
"Yapısızlaştırma yapılar ve yapısızlaştırılamama arasındaki aralıkta varolur. Bu ilişkinin birincil örneği yasa, yapısızlaştırma ve türe arasındaki ilişkidir. Derrida bu ilişkiyi türenin yapısızlaştırmayı olanaklı kılan yapısızlaştırılamaz koşul olduğunu söyleyerek özetler. Ama Derrida'nın sözünü ettiği türe belirlenimsizdir ve aşkınsal bir ideal değildir. Bu, Derrida'yı alıntılarsak, "eğer böyle bir şey varsa, yasanın dışında ya da ötesinde bir kendinde türedir."

"Deconstruction exists in the interval between constructions and undeconstructibility. The primary exemplar of this relationship is the relationship between the law, deconstruction, and justice. Derrida summarizes the relationship by saying that justice is the undeconstructible condition that makes deconstruction possible.[3] However, the justice referred to by Derrida is indeterminate and not a transcendent ideal. To quote Derrida, it is "a justice in itself, if such a thing exists, outside or beyond law".[4]

3. Derrida, Jacques Acts of Religion, p. 243.
4. Derrida, Jacques "Force of Law" in Deconstruction and the Possibility of Justice, 1992, ed. Cornell, et al.

Burada açıktır ki yalnızca ayrı görünüşlü sözcükler altında aynı görgücü söylem yatar. Türe her nasılsa, daha doğrusu düşünürün keyfi öyle istediği için ve herhangi bir tanıtlama ya da aklama girişimi bile olmaksızın, değiştirilemez metafiziksel kendilik olarak yapısızlaştırmanın, yoketmenin uzağına çekilir. Yasalar zorunlu insan kurguları iken, türe ise bu yasaları yapmanın kendisi yapısızlaştırılamaz koşuldur. Yasa kavramı da yapısızlaştırılmanın ötesinde yatıyor olmalıdır, çünkü bu kavram olmaksızın pozitif yasalar yasa olma niteliğini yitirirler. Ama Derrida böyle kavramsal düşüncelerin bilinçsizidir.

Wikipedia yazısının bütünü.
Deconsturction.

 
 
 
...

Heidegger politik etkinliğinin yaşamını öğretisine bağlayacağını ileri sürdü. Varoluşçuluktan Nazizmi çıkarsamak saçmadır. Ama varoluşçu bilinç öyle bir yapıdır ki, onda anlam yitmiştir ve onda anlamsızlıktan ve saçmalıktan başka hiçbirşey yoktur. Ona duyarlık, sağduyu, ussallık, duygu, beğeni gibi şeyler ancak tutarsız olarak, ancak varoluşçu ruh durumu ile çelişkili olarak girerler.

Varoluşçuluk insan değerinin duyumsanamamasıdır, bir us durumu değil, bir duygu durumu da değil, ama usdışı bir duygusuzluk durumudur. Us değerdir, çünkü bilgi gibi duygu da, estetik beğeni de insanın yetkinliğidir. İnsan düşüncesini, Logosu yadsımak, insan duygusunu ve beğenisi de yadsımaktır. Hiç kuşkusuz bir Nazi düşünür, sever, beğenir. Ama bunları Nazi olarak değil, ideolojisine karşın onda insandan kalan artıklar ile yapabilir. İdeal Nazi bir soyutlamadır. Varoluşçuluk nihilizmi kapsar, üstelik nihilizm realitede olanaksız olsa da. Varoluşçuluk modern bilinçte insana yabancı olanı, giderek düşman olanı yakalar, ve Sartre'ın "Cehennem Başkasıdır" sözlerinde anlatıldığı gibi, ve bireye öz-duygusunu ancak bu nefretinde yaşatır. Varoluşçu nihilizm bu düzeye dek Sartre'ın L'Existentialisme est un humanisme sabuklamasını a priori çürütür. İnsan varoluşun ereği değil, Logosun sonsuz vargısı değil, ama bir raslantıdır, şans denilen şeyin, bir tansıktan bile sonsuz ölçüde daha tansıksal olan positivist bir olasılığın ürünüdür. Sartre şöyle yazar: "Şansın ürünü, evrende bir toz zerreciği olmadığımı, ama beklenen, hazırlanan, önceden tasarlanan biri olduğumu duyumsamıyorum. Kısaca, yalnızca bir Yaratıcının buraya koyabileceği bir varlık [olduğumu duyumsamıyorum]; ve bu bir yaratıcı el düşüncesi burada Tanrıya göndermede bulunur." I do not feel that I am the product of chance, a speck of dust in the universe, but someone who was expected, prepared, prefigured. In short, a being whom only a Creator could put here; and this idea of a creating hand refers to God.[4]


Reichsparteitag 1934
("Ulusal Parti Kongresi"). Bu kongreler Nazi Partisin (NASDAP) 1923'ten 1938'e dek her yıl Nuremberg'de yapılan yıllık toplantılarıydı. Özellikle Hitler'in erki ele geçirmesinden sonra parti tarafından düzenlenen büyük propaganda olaylarıydılar.
 

 

 
 
 

Varoluşçu için Tanrı yoktur. Varoluş bu nedenle anlamsız ve saçma ve değersizdir. Tanrının yokluğunda herşeye izin vardır, çünkü o zaman bir suç, bir ceza, bir yargı, bir kötülük yoktur. Bu bilinç biçimi ancak dışsal bir etmen varsa, bir sopa, bir ödül ya da ceza varsa insan olabilecek bir bilinçtir. Anlam ve değer dediği şeyi ancak dışsallığa bağlayabilir. Ve Sartre bu görelilikten, bu bağımlılıktan her nasılsa Özgürlük dediği şeyi de çıkarsayabildiğini sanır. Ama Özgürlüğün gerçekte bir Kölelik olduğunu ideolojiye, şiddete, zorbalığa "Evet" demesi gösterir. Sartre bu tür çıkarsamaları yapamayacak denli zayıf bir kafadır. Sartre'ın genel bir kabul gördüğünü, idiot olmayanlar tarafından doğrulandığı yanılgısına kapılmamak gerekir. Gene de Sartre'ın popülerliği Batının, özellikle Fransa'nın Özgürlüğü henüz ne düzeye dek kavrayamamış olduğunun daha ince bir ölçüsünü verir. Sartre'ın kendisinin despotizmi savunurken insanlıktan, özgürlükten yana olduğuna inandığı bir kültürde Özgürlük için atılması gereken adımların büyüklüğünü saptamak güç değildir. Sartre Nazizme karşı Direniş eylemine etkin olarak katıldı. Fransa'nın Cezayir'deki zulmüne karşı çıktı. ABD'nin Vietnam'a zulmüne de karşı çıktı. Bunlar Özgürlüğün gerçek bir kavrayışından doğan ve düşünceleri ile uyum içinde olan tutumlar değildi. Aslında düşüncelerine eşit ölçüde aykırı ve uygun tutumlardı. Yalnızca politik yeğlemelerine bağlı vargılardı. Bir despotizm türüne karşı çıkarken bir başkasını pekala savunabiliyordu. Bu 'felsefesine' bütünüyle uygundu. Marxizmi doğrulamada hiçbir sorun görmedi.

L'être et le néant Nazi işgali altındaki Paris'te yazıldı ve yayımlandı. Sartre 1965'te Francis Jeanson'a yayımının bir "yanlışlık" olduğunu söyledi.

 
 
 
 

"Alman halkı Führer tarafından Seçime çağrıldı; ama Führer'in halktan istediği hiçbirşey yoktur, tersine kendisi halka en özgür Karar için en dolaysız olanağı vermektedir: Bütün halk kendi öz Varoluşunu istiyor mu, yoksa bunu istemiyor mu? Halkın yarın seçeceği şey Geleceğinden daha azı değildir" :: "Das deutsche Volk ist vom Führer zur Wahl gerufen; der Führer aber erbittet nichts vom Volke, er gibt vielmehr dem Volke die unmittelbarste Möglichkeit der höchsten freien Entscheidung, ob das ganze Volk sein eigenes Dasein will, oder ob es dieses nicht will. Das Volk wählt morgen nichts Geringeres als seine Zukunft" :: Heidegger, 30 Kasım 1933, Tübingen Üniversitesinde verilen konferanstan.

 
 
 
 
13 Mart 1938, Hitler Avusturya'nın ilhakını (Anschluss) bildirdikten sonra Reichtag'ın alkışını kabul ediyor. "Il n'y a pas d'en dehors du texte."  
Heidegger açıkça değerlere inanmıyor, onları kabul etmiyordu. Bunun böyle olmadığını, Heidegger'in iyi biri, duyarlı bir insan olduğunu düşünmek Heidegger'i, varoluşçuluğu bilmemek, anlamamaktır. Düşüncesizliktir. Bir varoluşçu için seçme özgürlüğü vardır. Dilediğini seçebilir, çünkü hangisinin iyi olduğunu söyleyecek bir Tanrı, bir Us, bir Logos yoktur.
 
 
 

 

 

 
 
 

Heidegger'in Fenomeni ve Logosu.. (hazırlanıyor)

   
 
 
 
 

Değerler görelidir ve bu gene de onların değerler olmadıkları anlamına gelmez. Her kültür kendinde göreli değerleri saltık sayar, çünkü Us değerin saltık olması gerektiğini a priori bilir. Kültürel değer görelidir. Ama bu olgunun kendisi değerin Evrensel olması gerektiğini öğreten şeydir. Öte yandan, görelilik aynı zamanda kültürel türlülük görünüşünün altında yatan kültürel geriliğe bağlıdır. Eğer insanın özü, doğası kabul edilirse, eğer Varoluşçuluğun yadsıdığı şey doğrulanırsa, gelişme gibi bir kavram da doğrulanmış olur ve usun yok sayılması durumunda yiten Değerlerin usun varsayılması durumunda yitmedikleri, tersine gelişme sürecinde oldukları sonucu çıkar. Değerlerin gelişme sürecinde olmaları onların göreliliğini ve bu göreliliği saltık sayan nihilizmi anlaşılır kılar. İnsan doğası olarak gelişen şey onun bilgisi, duygusu ve beğenisidir. Ve gelişmenin erekselliği değerlerin sonsuzluğunu aklayan temeldir.

 
 
 
 

 

 
 
 
Previous

Aziz Yardımlı 2007 Postmodern Sorunlar İdea Yayınevi

Previous